CEBR kökünden gelen cebriye; insanın, fiilleri konusunda hür irade sahibi olmadığı, fiillerinin önceden belirlenmiş bir plan/kader dahilinde gerçekleştiğini savunan bir akımdır/fırkadır. Ehli Sünnet paradigmasına sahip olanların ekseriyeti (Eşariler, Muhaddisler, mutasavvıflar vb.) cebriye paradigmasına sahiptir.
Peki, insanın aklını, iradesini ve seçiciliğini hiçe sayan, rüzgar önünde bir kuru yaprak gibi gören bu fırka/zihniyet nerden çıktı?
Cebri inancın çıkışı siyasi, sosyal, kültürel ve dini sebeplere bağlanmış olsa da asıl kaynağı, mitolojik inançların etkisinde kalanların ürettiği bir inanç sistemidir. Genellikle Hint, Şaman, Yunan gibi düşüncelerin etkisinde kalan tasavvuf/tarikat tasavvuru, bu ümmetin başına bu cebriyeci inancı bela etmiştir. Bakınız tasavvufun pirlerinden sayılan Hallac-ı Mansur bu konuda neler söylemektedir:
“Adem as bedenlerin, Muhammed as ise ruhların babasıdır. Bütün yaratıklar Muhammed as’ın nurundan zuhur etmiştir. O varlığın kaynağıdır. O olmasaydı, hiçbir şey olmazdı.” Hallaca göre dinler esas itibariyle birdir. Hepsi hak üzeredir. Farklılık isimlendirmede ve şekildedir. Hz. Musa’nın sözü de Firavunun sözü de “hak” üzeredir; çünkü bu sözler, ezelde takdir edilen ve değişmeyen bir alın yazısının (cebri bir sistemin) sonucu olarak söylenmiştir.
Hallaca göre, insan kendi tercih ettiği din üzere değil, Allah tarafından kendisi için tercih edilen din üzere bulunur; çünkü insanın tercihi hiçbir şey ifade etmez. Hallaca göre İblis, Allah’tan başkasına secde edilmemesi gerektiğini, ilahi takdirin (kaderin) böyle olduğunu biliyor, secde emrini bir imtihan ve zahiri bir husus olarak görüyordu. İblis, Allah’a derin bir aşkla bağlı olduğu için O’ndan başkasının önünde eğilmemiş, (Allah’ın emri olmasına rağmen Adem as’a secde etmemiş) secde şerefini sadece Allah’a tahsis etmiştir.
Görüldüğü gibi, vahiy ve akıl ile değil de batıni ve mitolojik argümanlarla yola çıkıldığında, varılacak nokta budur. Oysa Allah, yarattığı insanı mükellef tutmak için ona akıl, irade, ihtiyar vermiş ve ayrıca vahiy ve elçi göndererek fıtratını koruma altına almıştır. Her insan, kendisine verilen akıl, irade, ihtiyar ve din kadar sorumludur. Allah hiç kimseye gücünün fevkinde bir şey yüklememiştir. Hiç kimseye ve hiçbir konuda dayatmada bulunmamıştır. Ne kadar nimet ve imkan vermiş ise, o kadar sorumlu tutmaktadır.
Allah, akıl ve irade sahibi olarak yarattığı insana, önceden hiçbir dayatmada (kaderini belirlemede) bulunmamıştır. Biz tercih etmekteyiz, Allah takdir etmekte ve yaratmaktadır; çünkü önceden yazılan bir şey (kader) asla değiştirilemez. Eğer, hakkında her şey önceden belirlenmiş olsaydı, ne hayatın, ne sınavın ne dualarımızın ve ne de cennet ve cehennemin bir anlamı olmazdı. Bütün bunları anlamlı kılan, hiçbir dayatma (kader) olmadan, insanın aklını ve iradesini kullanarak gönülden tercihte bulunmasıdır. Hayatta karşılaştığımız her bir sıkıntı da tamamen bizim imtihanımızdır.
Binaenaleyh, bizim başarımız veya başarısızlığımız, mutluluğumuz veya mutsuzluğumuz, evliliğimiz veya bekar kalışımız, sağlıklı kalmamız veya hastalanmamız, inanan veya inkar eden bir insan olmamız, cennete veya cehenneme girmemiz… Hiç birinin kaderle ilgisi yoktur. Biz istemekteyiz (tercih etmekteyiz) Allah da var etmektedir. Bir anlamda kaderimizi yaşarken biz belirlemekteyiz. Yani, bunlar önceden yazılmamış, biz yaşarken melekleri/yasaları tarafından kayıt altına alınmaktadır.
Öyle ise, hiç kimse, yaptıklarını kadere yükleyemez. “Kader mahkümüyüm”, “alın yazım böyle”, “olmaz olsun bu kader” gibi ifadeler kullanarak suçunu kadere (dolayısıyla Allah’a) yükleyemez. Aksi takdirde, cehennemle yüzleşen insanların “Allah’ım! Bizim kaderimizi iyi yazsaydın, bugün bizde salih insanlarla beraber cennete olurduk” demeleri onları haklı kılmaz mı?
Hülasa; Cebriye paradigması, hür olarak yaratılan insanın fıtratına asla uygun değildir. Cebriye inancını benimsemek, sorumluluktan kaçmaktır. İnsan, sürekli düşünen, iradesini kullanan, çalışan, üreten, tercihte bulunan ve sorumluluk taşıyan bir varlıktır. İlim/bilim ve teknoloji alanında insanların (ve ülkelerin) geri kalma sebeplerinin başında, cebri/kaderi düşünceye sahip olmalarıdır.
Öyle ise insanlar, tevhit ve adalet merkezli bir medeniyet inşa etmek istiyorlarsa (ki bu onların temel vazifesidir), bu cebri inancı terk edip, Allah tarafından kendilerine verilen akıl, irade, vicdan ve vahyi doğru kullanmak zorundadırlar. Değilse, ne dünyada, ne de ahirette huzura kavuşamazlar.
Selam ve sağlık dileklerimle…