“Dinlerinin bütünlüğünü bozarak gruplara ayrılanlara gelince, senin onlarla işin olamaz. Onların işi Allah’a kalmıştır. Allah onlara, yaptıklarını haber verecektir.” (Enam 159)
Din; özetle, insanların neye inanmaları ve nasıl yaşamaları gerektiğini bildiren ilkeler manzumesidir. Bu ilkeleri insanlara öğreten, kendilerini yaşatan ve günü geldiğinde hesap soran Allah’tır.
Kur’an indirildiğinde, yeryüzünde yaşayan insanlar, çeşitli inançlara ve dinlere sahiptiler. Oysa Allah, başlangıçtan itibaren insanlara tek inanç ve tek din göndermişti. O da sadece Allah’a iman ve insanlar arası hukuka bağlılıktır.
Muhammed as son elçi olarak gönderildiğinde, bütün dünyada olduğu gibi, Arabistan bölgesinde de çeşitli inanç ve dinler vardı. Resulullah, ulaşabildiği insanları tek olan Allah’a ve onun gönderdiği hanif/fıtrat dinine davet etti. Davete icabet edip, Resulullah’ın yanında yer alanlar, bir ümmet oldular. Resulullahın yanında yer almayıp, batıl inanç ve dinlerinde ısrarcı olanlar hakkında Allah, elçisine şu talimatı verdi: “Senin artık onlarla işinin olmaz.”
Kur’an’ın bu uyarısı, Medine’de Kitap Ehlinin tutumu nedeniyle olsa bile, ayetin hükmü geneldir, evrenseldir. Sadece Kitap ehliyle sınırlandırmak doğru değildir. Tevrat ve İncili tahrif edenler uyarılırken, Kur’an hükümlerini tahrif edenler uyarılmaz mı? Allah; Tevrat’ı anlama ve hayata taşıma sorumluluğu verip, bu sorumluluğu yerine getirmeyenlere, “kitaplar taşıyan merkepler” (62/5) derken, Kur’an’ı anlama ve hayata taşıma sorumluluğu verip taşımayanlara torpil mi geçecek, onlara aferin mi diyecek?
Hakikat şudur ki inananlardan istenen husus, Kur’an’a sarılmak, Resulullah as’ın etrafında bütünleşmek ve bölünüp parçalanmadan İslam kardeşliğini sürdürmektir. Ümmet olarak Allah’ın bu emri tutuldu mu? Maalesef hayır! Resulullah as aralarından ayrılır ayrılmaz, “kim halife olacak” tartışmasını başlatarak gruplara ayrıldılar. Yetmedi, kavgayı derinleştirerek birbirleriyle savaştılar. Resulullah, ümmeti terk edeli bin dört yüz yıl geçti, halen ümmet arasında savaş devam etmektedir.
Evet Resulullah as, Allah’ın yardımı ve nimeti sayesinde inananları “ateş çukurunun kenarından” kurtardı; ama vefatından hemen sonra, tekrar ateş çukuruna yuvarlandılar. Gruplara, ekollere, mezheplere ayrılarak birbirlerini yok etmeye çalıştılar. İnsanlar ne de çok nankörmüş, nimetin kadrini bilmezmiş!
Geldiğimiz şu çağda, kendilerini Müslüman kabul edenlerin, kanlı tarihten ders çıkarttıklarını söylemek kolay değildir. Bin küsur yıl önce yaşanan hadiselerle ilgili taraf olmak ve kan davasını sürdürmek, hangi aklın ve hukukun işi olabilir? Hz. Ali ile Muaviye, Hz. Ali ile Hz. Aişe taraftarlarının savaşmış olması, Hz. Hüseyin’in Yezid tarafından şehit edilmiş olmasının intikamı (kan davası) nasıl halen sürdürülebilir!
Halbuki dememiz gereken husus, “onların kazandıkları kendilerine, sizin kazandıklarınız size. Siz onların yaptıklarından sorulmazsınız” (Bakara 134) olmalıydı; ama maalesef, adımız Müslüman da olsa, biz kan ve kin davasını sürdürmeyi çok severiz; lakin bedelini de ağır ödeyeceğiz/ödemekteyiz.
Ümmet, sadece Şii ve Sünni olarak mı bölündü, hayır. Şiiler kendi aralarında, Sünniler de kendi aralarında onlarca grup, mezhep, tarikat ve cemaate bölündüler, halen de bölünme devam etmektedir. Her bir grup, kendini “fırka-i naciye” olarak görerek garantiye almakta, kendinden olmayanlara saldırmakta ve ateş çukuruna atmaktadır.
Gerçek şudur ki adımız Müslüman da olsa, sonuçta insanız; farklı yetenek, algı ve fikirlere sahibiz. Hem Kur’an’ı ve hem de elçisinin uygulamalarını farklı anlayabiliriz. Bu farklılık, Kur’an merkezli olduğu sürece, bizleri birbirimizden kopartmamalıdır. Herkes, özgürce düşüncelerini ortaya koyabilmeli ve bulunduğu bölgenin örfüne uygun davranabilmelidir. Hiç kimse, başkasını kendisine benzetmek için ısrarcı olmamalıdır.
Hülasa; Müslüman olarak yapmamız gereken husus, dinimizi doğru kaynaklardan öğrenmeli, doğruluğuna kani olmak için test etmeli ve başkalarına da anlatabilmeliyiz. Ayrıca, dine yapılan ilaveleri ve yanlışları da rahatlıkla dile getirebilmeliyiz. Bunu yaparken, şahıslarla değil, yanlış fikirlerle uğraşmalıyız.
Unutmayalım ki farklılıklarımız çatışma değil de fikir zenginliği olarak kabul edildiği sürece kardeşliğimiz devam edecektir. Farklı fikirlere tahammül etmeyip, tekfir ve hakarete başvuranlar, ümmeti parçalamakla kalmaz, düşmanlara da ciddi destek sağlamış olurlar. Onun için, “ortak paydamız” Kur’an mesajları olmalıdır. Kur’an mesajını merkeze alan her bir grubu kardeş bilmeli ve onlarla dayanışma içinde olmalıyız. Grubumuzdan değil diye, hiç kimseyi aşağılamamalıyız.
Peki, “dinde gruplaşmaya gidenler” kimlerdir? Bunlar, Kur’an mesajına kulak vermeyip, Kur’an mesajı dışında ve Kur’an’a alternatif gruplar oluşturanlardır. İşte Allah, onlardan uzak durmamız gerektiğini bildirmektedir.
“Dinde gruplara ayrılan (tevhidin ve hukukun dışına çıkan) ve her grubun da yalnızca kendi sahip olduğuyla (kendi inanç ve düşüncelerini, kurtuluş ve mutluluk vesilesi olarak görüp) böbürlenen kimselerden olmayın!” (Rum 32)
Selam ve sağlık dileklerimle…