BEŞİR İSLAMOĞLU
  1. Haberler
  2. Yazarlar
  3. YAZAR
  4. DİNİN RASYONEL ZEMİNİ

DİNİN RASYONEL ZEMİNİ

Kur’an; baştan sona ilme, akla, tefekküre, tedebbüre, hikmete, kanıta yer vermektedir. Kur’an’da bilenlerle bilmeyenlerin eşit olamayacakları, bilmeyenlerin zikir ehline (ilim ehline, alimlere) sorması gerektiği, ilmi dikkate almayıp zanlarıyla hareket edenlerin ve bilgisizce tartışanların uyarıldığı, kendilerine ilim verilenlerin ve ilimde derinleşenlerin derecelerinin yükseltildiği belirtmektedir.

Kur’an mesajı bakımından, aklı kullanmanın, tefekkürün, bilginin ve bilme faaliyetinin ne kadar önemli olduğu ayan beyan ortada dururken, alternatif iman provalarıyla –mesela kocakarı imanı ile- hakikate varmaya çalışmak, asla sağlıklı bir netice kazandırmaz. Dolayısıyla ilim olmadan, akıl kullanılmadan, “iman akılla temellendirilmeden” iyi/sağlam bir imana sahip ve iyi/muttaki bir Müslüman olamayacağımızı bilmemiz gerekir.

İslam dininin en büyük yorumcuları olan Ebu Hanife ve Maturidi “vahiy gelmemiş olsa bile, akıl, iyi ve kötüyü, faydalı ve zararlıyı bilir” diyerek akla büyük önem atfetmişlerdir. Kelam alimleri de “akıl ile nakil taarruz ederse (çatışırsa), akıl evvel (asıl itibar kabul edilir), nakil tevil olunur” demişlerdir.

İnandıklarımızın sahih olabilmesi için, önce bilgi ve delillere dayalı bir akidemizin olması gerekir; sonra da bu akide imana dönüşmelidir. Yani iman, kanıtsız olmaz. Kanıt da akıl kullanılmadan gerçekleşmez. Dolayısıyla bilgi ve delillerden (kanıttan) yoksun bir iman koftur, insana güven vermez ve itminan oluşturmaz. Ahlaki zafiyetlere de gebedir.

Her şeyden önce bilinmelidir ki her yargı/söz, doğrulama ve yanlışlamaya açıktır; dolayısıyla test edilmelidir. Test ise, ancak kanıtla/delille olur. Kanıt da ancak akıl ve vicdan harekete geçirilerek gerçekleşir. Akli kanıt olmadan hakikat ortaya çıkmaz; zira akli kanıtın en temel vasfı, çelişkileri ortaya çıkartmış olmasıdır. Paradoksal bir inanç ve yargı, asla güven vermez. Kur’an ayetlerinin sahihliği ve inandırıcı olması, bütünüyle çelişkisiz olmasından ileri gelmektedir.

Bilindiği gibi insana akıl, irade, vicdan ve idrak gücü verilerek sorumluluk yüklenmiştir. Sorumluluklarını yerine getirmesi için, aklın faal halde olması ve idrak kanallarının açık olması gerekir. Değilse, zihin körlüğü meydana gelir, kıymet/değer üretilmez ve hakikate de ulaşılamaz. Yani hakikat zemininin kaybolmaması için, vahyin, aklın, vicdanın ve özgür iradenin aktif olması, birbirlerini desteklemesi, hatta denetlemesi gerekir.

Yeryüzünde fikirleri ve değerleri değil de şahısları konuşan ve geleceklerini sürekli ölmüş kişiler üzerinden tanzim etmeye çalışan topluluklar (özellikle Ortadoğu toplumları), yeni medeniyetler inşa edemezler. Bunlar, ancak geçmişte birbirleriyle savaşmış insanları konuşur, dururlar. Sadece konuşmakla da kalmazlar; taraf tutarlar ve ölümüne tarafını savunmaya geçerler. Hatta daha ileri giderek, kin ve düşmanlığa dönüştürerek birbirlerini boğazlamaya çalışırlar. Böyle bir yaklaşım, dini, akli ve ahlaki olabilir mi?

Hülasa; İslamın temel ilkelerine uygun bir medeniyet inşa edilecek ise, çağın insanı, kendi tarihsel-toplumsal koşullarında kendilerini güncelleyerek işe başlamalıdır. Tarihte kalan hadiseleri ısıtıp sürekli gündemde tutanlar, o hadiselerden ders çıkartma yerine onlarla övünüp duranlar, Tarihte din adına her şeyin anlatıldığına inanalar ve dolayısıyla onula yetinip yerinde patinaj yapanlar, hayatı yaşanabilir kılan değerler üretemezler, çağın sorunlarını çözemezler.

Unutmayalım ki bir toplumda ahlak yoksa, din yoktur. Akıl faal halde değilse, hikmet (idrak kanalları) kapalıdır ve değer üretemez. Toplumun bireyleri özgür iradelerini kullanmıyorlarsa, o toplumda asabiyet ve taklitçilik hüküm sürer.  Asabiyet ve taklitçiliğin hüküm sürdüğü toplumlarda medeniyet inşa edilemez.

Selam ve sağlık dileklerimle…

DİNİN RASYONEL ZEMİNİ
Yorum Yap

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Bizi Takip Edin