BEŞİR İSLAMOĞLU

MUHAMMED AS’IN, NEBİLİK MAKAMI VEHBİ DEĞİL, KESBİDİR

Kesb, ister maddi, ister manevi olsun, kazanılarak elde edilen her türlü değerdir. Kur’an’da onlarca ayette “kesb” kökünden türeyen kelimeler yer almaktadır. Bu ayetler, özetle; her insanın kazandığı iyi işlerin lehine, kötü işlerin de aleyhine olacağını, ahirette hiç kimseye zulmedilmeyeceğini, herkese amellerinin (kesb ettiklerinin) karşılığı tas tamam verileceği bildirilmektedir. (52/21)

VHB, “vehebe” kelimesi -Türkçedeki karşılığı- hibe/bağış demektir. “Vehhab”, asıl bağışlayıcı olan da Allah’tır. “İnneke entel vehhab” “(Rabbim!) Gerçek bağışlayıcı olan sensin.” (3/8)

Musa as, “sizden korktuğum için kaçtım. Sonra Rabbim bana hikmet bağışladı ve beni resullerden kıldı” dedi. (26/21)

Müslüman coğrafyasında, nebilik makamının, “vehbi mi, kesbi mi” olduğu hususu, kelamcılar arasında epeyce tartışılmıştır. Geleneksel anlayışa göre, Muhammed as’anebilik makamı, kendi çabasıyla değil, Allah tarafından kendisine “hibe/bağış” olarak verilmiştir. Peki bu doğru bir tespit mi?

Bütün müminler hemfikirdir ki Allah dilemedikçe/vermedikçe, hiç kimse bir nimete/imkana sahip olamaz; ancak Allah, verirken (bağış yaparken veya bağışlarken) insanların niyetlerine ve çabalarına bakar. İnsanlar dilemedikçe, samimi bir niyet ve çaba ortaya koymadıkça, Allah dilemez/vermez. Yani, her şeyi insanın niyet ve çabasına bağlamıştır.

Şimdi, sor şu: Dünyadaki milyonlarca insan arasından niçin Mekkeli Muhammed as Nebi ve resul olarak seçildi?

Mekke’den seçilmesinin elbette makul izahı vardır; zira Mekke’yi İbrahim as inşa etmişti ve orada Kabe ve M. haram (mükerrem mescit) vardı. Orası insanlık için “merkez” kabul edilmişti. Peki, niçin Mekke’den Abdullah’ın oğlu Muhammed?

İtiraf etmeliyim ki rivayetlerin etkisinde kaldığım geçmiş dönmelerde Muhammed as’ın, nebi ve resul oluşunu “kesbi” değil, “vehbi” olduğunu düşünüyordum; ancak rivayetlerin gölgesinde değil de ayetlerin ışığında konuyu ele aldığımda, vakıanın tam tersi olduğunu fark etmiş oldum.

Rivayetleri bir kenara bırakarak, Kur’an’ın verdiği mesajı doğru anladığımızda, kazanımların (hak edişlerin), insanın niyet ve çabasına bağlı olduğunu rahatlıkla görürüz. Binaenaleyh, Mekke’de binlerce insan arasından, nebilik ve resullük makamını, Muhammed as’ın,  -kendi iyi niyet ve çabasıyla- en çok hak ettiğini düşünüyorum.

Peki rivayetler Muhammed as’ı nasıl tanıtır?

Rivayetlere baktığımızda, Muhammed as’ın iyi niyeti ve emeği/kesbi olmadan, Allah’ın onu özel olarak yaratarak, özel yetiştirerek (kollayıp koruyarak) elçi olarak seçtiğini görürüz. Rivayetlere göre o, hiç bir gayreti ve çabası olmayan, “pasif bir muhatap” ve “söze itaat eden bir memur”dur.

Rivayetlere göre, Muhammed as’ın daha yaratılmadan önce resul olacağı belliydi. Hatta o olmasaydı, felekler yaratılmazdı. (“Sen olmasaydın felekleri yaratmazdım” düzmecesi hatırlansın) Tüm alem onun için, onun yüzü hürmetine yaratıldı. Dolayısıyla daha ruhlar yaratılmadan, ilkin onun ruhu yaratıldı. Yaratıldığında da sırtında Nebilik mührü taşımaktaydı.

Yine rivayetlere göre, doğumundan itibaren hayatında olağanüstü vakalar görülmüş, doğduğu gece Mecusilerin ateşi sönmüş, Kisraların sarayları yıkılmış, gökten melekler saf saf inmiş ve Amine Hatun’un evine geçerek Kabe gibi tavaf etmiştir.

Sütanneye verildiğinde de bir takım olağanüstü hadiseler yaşanmıştır. Sütannenin evine gelir gelmez bereket girdiği, daha üç-beş yaşlarında iken -vahiy almaya hazır hale gelmesi için- melekler tarafından kalbine bir operasyon yapıldığı, böylece kalbi temizlenerek nurla doldurulduğu ifade edilmektedir.

Rivayetler, Muhammed as’ın, vahiyle muhatap olduğu kırk yaşına kadar çeşitli ilahi desteklerle kollanan-korunan pasif bir figür olduğu intibaını vermektedir. Halbuki o, vahiy almadan önce de hayatın içinde aktif iyilerdendi. İçinde bulunduğu toplumun gidişatından (ahlaksızlık ve hukuksuzluklarından) oldukça rahatsızlık duyuyor ve onlara eleştiri getirerek mücadele ediyordu.

Mekke cahiliye toplumunun ahlaksızlıklarından uzak durması, putlarla arasına mesafe koyması, gençliğinde “hilfuldudul” (haklının yanında, haksızın karşısında durma) teşkilatına kurucu üye olarak katılması, Kabe’nin yeniden inşası sırasında, Hacerülesved taşının yerine konulması konusunda çıkan etnik anlaşmazlıkta hakemlik yapmış olması, Mekke oligarşisine karşı “Hira”yı mesken tutması, kurtuluş yolları araması vs. bütünüyle kendi tercihi ve çabasından kaynaklanmaktaydı. Bunlar, önemli göstergelerdir.

Evet, onu nübüvvet ve risalet makamına seçen Allah’tır; ancak onun hayat yolculuğundaki iyi niyet ve çabasını görmezden gelmek ve başarısını da tamamen “görünmeyen ilahi desteklerle” elde ettiğini var saymak, hakikate uygun düşmez; zira Allah, kişinin niyetine ve emeğine bakar; İyi niyet ve çabası (hak edişi) olmadan kimseye elçilik vermez. Şayet öyle olsaydı, o takdirde (haklı olarak) Mekke’nin ileri gelenleri “Allah torpil yapıyor, bizi niye seçmedi; bizi seçseydi, biz de elçilik yapardık” demeleri haklı olmaz mıydı?

Diğer taraftan, hak konusundaki dürüstlüğüyle, mazlumların yanındaki duruşuyla ve zulme karşı verdiği mücadeleyle içinde yaşadığı toplumda “güvenilir” sıfatını kazanmış olması, bu yöndeki iyi niyet ve gayretinin ne derece önemli olduğunu göstermektedir.

Hülasa; Muhammed as, elçi seçilmeden önce, toplumda yaşayan sıradan insanlardan biridir; ancak o, fıtratının sesine kulak vererek (aklını kullanarak) iradesini (tercihini) kötülüklere karşı ve iyiliklerden yana kullanarak hayatını sürdürmüştür. Yani, kendisinin, ilahi hitaba muhatap olmayı ziyadesiyle hak ettiğini söylemek mümkündür.

Muhammed as, elçi seçilinceye kadar şirkten uzak, günahtan beri, sade, seviyeli, istikrarlı ve güven veren bir hayata sahipti. Sahip olduğu bu değerler, bütünüyle kendi tercihleriydi. Eğer, kendi tercihleri ve çabası sonucu olmayıp, “gizli bir el” tarafından yaptırılmış olsaydı, o zaman Ebu Cehil’in de “Allah beni de korusaydı, bende günah işlemezdim” deme hakkı doğmaz mıydı?

Şayet bu soruya “Allah’ın işine karışılmaz” şeklinde bir cevap verilecek ise, bu durum, Allah’ı ve sistemini tanımamak olur. Evet, Allah’ın işine karışılmaz; ancak Allah’ın sisteminde hiçbir düzensizlik de olmaz. Her ne varsa, bir kadere/ölçüye ve kritere bağlanmıştır. Yani, İlahi sistemde her şey (hayat), bütünüyle “hak ediş” üzerinden yürümektedir. Her insan, -Allah katında- hak ettiğini bulacaktır.

“Her nefis, kazandığına karşılık bir rehindir.” (74/38)

(NOT: Bazıları konuyu gereksiz görebilir; ancak “her insanın, emeğinin karşılığını göreceği” prensibinin unutulmaması açısından oldukça önemlidir.)

Selam ve muhabbetlerimle…

MUHAMMED AS’IN, NEBİLİK MAKAMI VEHBİ DEĞİL, KESBİDİR

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Bizi Takip Edin