BEŞİR İSLAMOĞLU

MUHAMMED NEBİ’NİN FONKSİYONU

Yeryüzünde, Muhammed Nebi as kadar insanların ilgisini çeken ve hakkında binlerce kitap, makale, konferans, panel, seminer gibi çalışmalar yapılan ikinci bir kimse yoktur. Onu sadece Müslümanlar değil, Oryantalistler de tanımaya ve tanıtmaya çalışmışlardır.

Muhammed as’ı doğru tanımak için, önce onunu hangi yönünü öğrenmek istediğimize karar vermemiz gerekir. Bilindiği gibi, onun beşeri/insani yönü ile birlikte nebilik/resullük yönü vardır. Eğer, beşeri yönünü (çocukluğu, gençliği, evliliği, kılık kıyafeti, yemesi, içmesi vs.) öğrenmek istiyorsak, her hangi bir kaynaktan da olabilir; zira yanlış bilgiler de olsa, çok önemli değil; çünkü bağlayıcı değildir.

Bizi ilgilendiren asıl yönü, “resullük” yönüdür. Resul olması, Allah ile muhatap olarak vahiy alması demektir. Vahiy gelmeden önce “kitap nedir, iman nedir” bilmezdi. (42/52) Kendisi, indirilen vahye/ayetlere uyduğu gibi, insanları uymaya davet etti.

Bu açıklamalarla ilgili bir münakaşa elbette olmaz. Peki, münakaşa nerede başlar? Münakaşa, onun fonksiyonu ile ilgilidir. Bu noktada iki husus öne çıkmaktadır: Biri, onun vahyi okuma, açıklama ve uygulamadaki sınırı, diğeri de bu çabalarının bağlayıcılığıdır.

Bu hususta da iki uç fraksiyon öne çıkmaktadır. Birincisi, Kur’an’ı merkeze alan bazı kimselerdir ki bunlar, Resulullah’ın “vahyi nasıl açıkladığı ve nasıl uyguladığı” hususunu, gerekli ve bağlayıcı görmeyerek bütünüyle ret etmektedirler. Diğerleri de rivayetleri merkeze alanlardır ki bunlar da onun adına ne varsa, tümünün gerekli ve bağlayıcı görerek kabul etmektedirler.

Din hususunda bağlayıcılığın öncelikle Kur’an’a olduğu hususunda ittifak vardır. Resulullah vahye bağlı kalarak dini yaşadığı gibi, müminler de vahye bağlı kalarak dinlerini yaşamak zorundadırlar. Bunda bir sorun yok. Asıl sorun haline getirilen, Resulullah’ın “vahyi açıklama ve uygulama” hususudur.

Kur’an ön yargısız okunduğunda, Resulullah as’ın asıl görevinin vahyi okuma, açıklama ve uygulama olduğu rahatlıkla görülecektir. Buna itirazı olan, asla Kur’an’ın mesaj ve maksadını anlamış değildir.

Düşünün, Resulullah arkadaşlarına bir ayet okuduğunda, o arkadaşlardan biri de anlamak için soru sorduğunda, “benim görevim sadece okumaktır, açıklamak değildir” diyebilir mi? Dolayısıyla onun, Kur’an’ı okuduğu gibi, açıklamasını da yaptığı inkar edilemez bir hakikattir.

Kabul etmek gerekir ki Resule itaat, sadece Kur’an’a itaat değil, aynı zamanda Kur’an ile ilgili yapmış olduğu açıklama ve uygulamalara da uymaktır. Bu noktada sorun, onun, gerçek açıklama ve uygulamalarının neler olduğudur. İşte, müminlerin önemle üzerinde durması gereken husus budur; zira bu alanda binlerce uydurulan sözler, hurafeler, mitolojik unsurlar vardır. Bunlar vardır diye, toptancı davranarak bütün açıklama ve uygulamalarını ret etmek, ilmin ahlakıyla bağdaşmaz.

Maalesef,  Resulullah’ın vefatından sonra, Müslümanlar çeşitli sebeplerle karşı karşıya gelmiş, fırkalara ayrılarak bölünüp parçalanmıştır. Her bir fırka, Resulullah’ın yolunda ve hak üzere olduğunu göstermek için Nebinin arkasına gizlenerek ve onu adını kullanarak hadis rivayetinde bulunmuşlardır.

Muhammed Nebi sonrası yaşanan hadiselere baktığımızda Ebu Bekir döneminde irtidat hareketleri başlamış, Hz. Ömer, Omsan ve Ali görevleri esnasında öldürülmüş, Cemel ve Sıffin savaşlarında Müslümanlar karşı karşıya gelip savaşmış ve binlercesi öldürülmüştür.

Yine, Ebu Süfyan’ın oğlu Muaviye başa gelerek hilafeti saltana çevirmiş, Hz. Hasan zehirletilerek, Hz Hüseyin ve beraberindekiler kuşatılarak katledilmiş, Yezidin askerleri Medine’yi kuşatmış, “Harre olayı” ile binlerce kişi öldürülmüş, A. Melik bin Mervan’ın emriyle, Haccac’ın askerleri Mekke’yi kuşatarak Abudllah b. Zübeyri görevden uzaklaştırmış ve burada da binlerce kişi öldürülmüştür.

Sonra Emevi iktidarının Ebu Hanife gibi tarafsız kalanlara zulmü, 750’den sonra Emevilerin yerine gelen Abbasilerin, onlardan geri kalmayan haksızlıkları, ulamanın kendi aralarında tartıştıkları -Allah’ın sıfatları, kader, büyük günah, Kur’an’ın mahluk oluşu- gibi konular ve bu tartışmalardan doğan fırka ve mezhepler -Mürcie, Hariciye, Kaderiye, Mutezile, Cehmiye; sonra Şia ve Ehl-i Sünnet… Ehl-i sünnet de kendi içinde Selefiye, Eşarilik ve Maturudilik fırkalarına ayrılarak ve Kur’an’ın nurundan uzaklaşarak bölük pörçük olmuşlardır.

İşte, yaşanan bu olumsuzlukları ve bölünmüşlükleri dikkate aldığımızda, “Kur’an dışında hiçbir kaynağın güven verici olmadığını” rahatlıkla söyleyebiliriz. Öyle ise, Nebimize isnat edilen bütün bilgi, haber ve uygulamaları Kur’an’a ve akla/bilime arz etmekten başka bir yol olmadığını bilmemiz gerekir.

Kur’an’a ve akla/bilime arz ederken elbette farklı yorumlar olacaktır. Bu yorumlar; ayetlerin ayetlerle tefsirine, akla, analitik zekaya ve bilime dayanıyorsa, zenginlik olarak görülmeli ve yararlanılmalıdır.

Özetle; Muhammed Nebi Kur’an’a uymuş, bizlerin de ona uymasını istemiştir; ancak Kur’an’a uyarken, yaptığı açıklamalar ve uygulamalar da bağlayıcıdır. Önemli olan husus, bu açıklama ve uygulamaları -bütünüyle ret etmeden- doğru tespit etmektir. Bunları doğru tespit edip, uydurmalardan arındırmak, her müminin temel vazifesi olmalıdır.

Selam ve sağlık dileklerimle…

MUHAMMED NEBİ’NİN FONKSİYONU

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Bizi Takip Edin