Son yıllarda televizyon kanalları ve gazetelerin ilk sayfalarında sıklıkla yer alan dolandırıcılık ve hırsızlık şebekelerine yapılan operasyon haberleri her gün birbirini takip etmekte ve bir türlü bu kirli işlerin sonu gelmemekte. Kurdukları dolandırıcılık şebeke veya çeteleriyle toplum içinden seçtikleri kurbanlarını aldatarak haksız kazanç elde edenler yanında bir de zorbalık veya sahtekârlık yaparak cebren ve hile ile gayrı menkullere el koyan veya haraç toplayanlar da var. Bazen eleman sayıları yüzü geçen bu suç örgütlerinin içinde her tahsilden, her yaştan ve her cinsten insanlar var. Çalışmadan, yorulmadan, emek çekmeden zengin olma hayali kurarak başkalarının alın teri ile kazandıklarına göz dikmiş, helal-haram sınırını aşmış, çoğunluğu orta okul ve lise mezunu olup aralarında üniversite mezunlarının da bulunduğu erkek ve kadınlardan oluşan şebekeler ve çeteler eninde sonunda kanuna yakayı ele veriyorlar elbette, ancak sonuç olarak mağdur ettikleri insanlar kaybettiklerini pek geri alamıyorlar.
Toplumda ahlak sorunu olanların her alanda mağdur ettiği insanların sayısı giderek artıyor maalesef. Son olarak 6 Şubat depremlerinde yıkılan veya ağır hasar alan binaların müteahhitleri ile ilgili gözaltı ve tutuklamaların yanında onlara göz yuman veya yol veren yetkili ve görevliler ile ilgili doğru dürüst bir işlemin yapılmaması toplum vicdanında büyük bir rahatsızlık oluşturmuştur. Tarım alanlarını imara açarak bozuk zemine bina yapılmasına izin veren veya olması gereken kattan fazlasına müsaade eden, ya da gerekli teknik şartların yerine getirilip getirilmediğine aldırış etmeyen belediye başkanları, meclis üyeleri, imar müdürleri ve sorumlu mühendisleri, yapı denetimciler ve binanın inşasında görev alanlar ve diğer ilgililer de müteahhitler kadar olmasa da bu vahim tablolardan sorumlu değiller mi? 51 bin insanın hayatını kaybettiği, yüz binlercesinin yaralandığı ve bir buçuk milyon insanın evini kaybettiği depremlerdeki insan hata, kusur ve ihmallerinin bedelini yine masum insanlar ödediler maalesef.
Toplumdaki ahlaki erozyonun ve sorunların giderek çoğalması herkesimden insanın şikâyetçi olduğu bir mesele olması yanında bir de akademik çevrelerde de bilimsel araştırma konusu haline gelmiş durumda. Cumhuriyet Üniversitesi Öğretim Üyesi Prof. Dr. Ramazan Altıntaş Yeni Ümit dergisinde giderek yozlaşan toplumsal ilişkileri “Toplumsal Ahlâk Sorunu” başlığıyla İslami perspektiften değerlendirdiği Yeni Ümit dergisinde ki makalesinde şöyle diyor: “Son yıllarda ülkemizde ahlâkî ve millî değerler alanında bir yozlaşma ve savrulmanın yaşandığına şahit oluyoruz. Ahlâkî değerlerde meydana gelen bu yozlaşma, her şeyi mubah sayan bir zihniyetin oluşumuna ortam hazırlıyor. Kitle iletişim araçlarından ve çevremizde olup-bitenlerden öğrendiğimiz kadarıyla, ülkemizde gün geçtikçe suç işleme oranlarının arttığını görüyoruz. Özellikle kapkaççılık, cinsel tâciz, adam öldürme, cinayet, yaralama, hortumculuk, ailelerde parçalanma, adam kaçırma, toplumun sağlığını bozma girişimleri, trafikte kural ihlâlleri yaparak kazalara sebep olma, rüşvet verip-alma, uyuşturucu madde kullanma, haksız kazanç vb. gibi suç türlerinde önemli artışlar söz konusudur. Suçlular çalıp-çırpmakla kalmıyor, yaralama ve öldürme gibi masum ve suçsuz insanların canına kasteden davranışlar sergiliyorlar. Elbette bu içtimâî suçların sebepleri araştırılmalıdır. Eğitimsizlik midir, işsizlik midir, gelir dağılımındaki adaletsizlik midir? Aile hayatındaki çözülme midir? Ahlâk eğitiminin yetersizliği midir? Televole ve magazin programlarının tesiri midir? Her neyse sosyal çözülmeyi hızlandıran sebepler, mutlaka giderilmeli, meselenin çözüm yolları aranmalıdır.” Ramazan Hocamızın tesbitlerine aynen katılmakla beraber sorunun asıl kaynağını ne eğitimsizlik, ne işsizlik, ne gelir dağılımındaki adaletsizlik ve de diğer sayılan sebepler olmadığını ifade edelim. Bu sayılan sorunlar ülkemizde yaklaşık üç asırdan beri vardır ve hem de bunların önemli kısmı geçmişte daha da çok vardı. Asıl sorun, bu ülkenin yeni nesillerinin önceki nesillerden çok farklı şekillerde yetiştirilmesidir. Maddi imkânların, hayat şartlarının ve teknolojik nimetlerin geçmiş dönemlere göre çok ileride olduğu günümüzde eksik olan maneviyattır ki, bu da doğuştan itibaren önce ailede sonra çevre ve okulda verilmektedir. Okuma-yazma oranın çok düşük olduğu Osmanlı döneminin son devirlerinde ve Cumhuriyet döneminin ilk yıllarında büyük şehirlerdeki Batıdan ithal edilmiş ahlak anlayışını reddeden ve ecdadından aldığı ahlaki değerlere sahip çıkan Osmanlı’nın mirasçıları dede ve ninelerimizden oluşan büyük bir çoğunluk vardı ve onlar bizim anne ve babalarımız olan çocuklarını da bu şekilde yetiştirdiler. Ebeveynlerinden aldıkları terbiyeyi kendi çocuklarına kısmen aktarabilen neslin çocukları olan benim kuşağımdakilerden bazıları çocuklarını aynı şekilde yetiştirmeye gayret etseler de yine de çevrenin olumsuzluklarından kurtaramadılar. Dördüncü nesil içerisinden artık Allah ve ahret korkusu olmayan, kanundan korkmayan ve insanlardan utanmayan tipler de türedi. Bu tiplerin türemesinde ailenin yanlış verdiği terbiye, okulun veremediği ahlak ve maneviyat eksikliği ve çevrenin birey üzerindeki dezenformasyonun etkisi büyüktür. İlkokul dördüncü sınıftan itibaren lise son sınıfa kadar tam dokuz yıl veya ilköğretim mezunu ise en az beş yıl Din Kültürü ve Ahlak Bilgisi dersi okuyan ve sonuçta bir suç makinesine dönmüş olan cezaevlerindeki yüzlerce gencimizin kalbine din dersi hocalarımızın pek fazla bir şey koyamadığı, koysa dahi diğer derslerdeki dine ters düşünce ve bilgilerle yok edildiği anlaşılıyor.
Ülkemizdeki ahlak sorunun temelinde maneviyat boşluğunun olduğu devlet ve millet tarafından kabul edildiği günden itibaren bu temel meselemiz çözülecektir. Kur’an’ı sadece okumak veya dinlemekle yetinen bir toplum ondan yararlanmış olur mu? Yüce Rabbimizin “Hayat Rehberi” olarak gönderdiği Kerim Kitabımızdaki ilahi ikazlar, emirler, tavsiyeler, ilkeler, yöntemler ve usüller hayatımıza geçmediği sürece doğru yolda yürümüş olacak mıyız? Vallahi, asla. Kendine, ailesine, çevresine, insanlığa ve tüm evrene Kur’an zaviyesinden bakmayan ve şeytanın öğrettiği düşüncelerin peşinden giden biri nasıl doğru yolda yürüyen biri olabilir ki? Kur’an’ın ete kemiğe bürünmüş şekli olan Allah Resulu (S.A.V.)’i örnek almayan biri nasıl mükemmel bir insan olabilirki? Âlemlere rahmet olarak gönderilen, Üsvetü’l-hasene (güzel örnek) olan Hazreti Peygamber (S.A.V.)’in sünnetini yaşamayan biri nasıl mutlu, nasıl huzurlu ve nasıl tam olarak mükemmel, güvenen ve güvenilen biri olabilir ki? Asla olamaz, eğer olabilseydi, Cenabı Allah ne vahy ne de elçiler göndermezdi.
Sonuç olarak eğer mutlu ve huzurlu olmak istiyor, her iki cihan saadetini yakalamak istiyorsak, en tepedekilerden en alttakilere kadar tüm insanlık Yüce Rabbimizin mesajlarını öğrenecek ve uygulayacağız, ahreti gündemimizin ilk sırasına koyup ona göre yaşayacağız. Büyükler küçüklere iyi örnek olacak. Âlimler avama her konuda güzel örnek olacak ve rehberlik yapacak, dediklerini önce kendisi yaparak yaşayacak ve insanlar onları deniz feneri gibi takip edecekler. Yöneticiler yönettikleri arasında adaletli olacak, hayat standartını, konforunu halkın ortalamasından yüksek tutmayacak, israf ve gösterişten uzak duracak. Siyasiler halka gerçekleri söyleyecek, onlara afaki vaatlerde bulunmayacak, verdiği sözleri tutacaklar. İşte bütün bunlar olursa âlimler ve amirler düzelirse toplum da düzelir. Bu konuda Hazreti Peygamber (S.A.V.)’in: “İnsanlardan iki sınıf var ki, onlar salâha ererse insanlar da salâha erer; onlar fesada girerse insanlar da fesada girer: bunlar âlimler ve âmirlerdir” (Kenzu’l-ummal, 10/191). Hadisi usul açısından zayıf bir hadis olarak addedilse de anlam itibarı ile tamamen Kur’an ve Sünnete uygun olduğu için burada zikretmeyi faydalı görüyoruz. Rabbim bizleri Hakkı Hak bilip Hakka ittiba eden, batılı da batıl bilip ondan imtina eden kullarından eylesin, nefsimizin ve şeytanın şerrinden emin kılsın. Amin.