14 Mayısta yapılacak Cumhurbaşkanlığı ve milletvekilliği seçimlerine bir ay gibi bir zamanın kaldığı bu günlerde özellikle medya organları tarafından altına konulan fitne ateşleriyle iyice kaynayıp köpürmeye başlayan siyaset kazanına her gün yeni kurbanlar atılarak birileri siyasetten beslenmeye devam ediyor. Siyaset dili ve üslubunun çok acımasız olduğu ülkemizde çoğu zamanlar hak, adalet, doğruluk, nezaket ve merhamet bir kenara itilerek siyasi rakibi saf dışı bırakmak veya çelme takmak için çeşitli yöntem ve yollara başvuruluyor. Özellikle bu gibi işler için tutulmuş kalemşorlar ve trol gruplarının sosyal medyaya servis ettiği algı oluşturmaya yönelik çirkin ve asılsız paylaşımlar bilgi seviyesi az kimseleri kolayca tuzağa düşürebiliyor. Önceki iki yazımızda siyasi tarihimizdeki son çeyrek asırda yaşanan bazı hadiselerden hareketle toplum üzerinde ne gibi değişimlerin hedeflenerek toplumun inanç, düşünce ve davranış açısından psikolojik ve sosyolojik yönde değişime uğratıldığından bahsetmiştik. Aslında bu coğrafyada toplumsal değişimin üç, dört asırlık bir geçmişinin olduğunu da biliyoruz.
Anadolu coğrafyasında 7.asırda önce İslam’la tanışan bu toprakların insanları 11.asırdan itibaren Müslüman Türklerle tanışmıştır. Asrı Saadet, Emevi, Abbasi ve Selçuklu devletleri dönemlerinde çeşitli savaşlar ve göçlere sahne olan bu coğrafya sonuçta Haçlılar ve Müslümanların varlık-yokluk mücadelesini verdiği bir alana dönüşmüştür. Bu coğrafyaya uzun süre hükmeden Bizans’ın Osmanlılar tarafından 1453 yılında tamamen sahneden silinmesiyle hâkimiyet İslam’ın eline geçmiştir. İslam’ın bayraktarlığını yapan Osmanlıların Avrupa’daki ilerleyişinin 1683 yılındaki II. Viyana Kuşatması ya da diğer adıyla Viyana Bozgunuyla sonuçlanması tarihimizde önemli bir kırılma noktasıdır. Bu tarihten sonra Haçlılar karşısında sürekli yenilgiler alan Osmanlı Devleti bu nedenle zihniyet ve hedeflerinde değişikliğe gitmiş, sosyolojik kanunlar gereği galipleri taklide başlamıştır. 18.asrın başlarında yaşanan Lale Devri ve takip edilen dönemlerde Avrupa’ya özenti başlamış ve her alanda Avrupa taklit edilmeye başlanmıştır. III. Selim, Avrupa tarzında Nizâm-ı Cedîd ordularını kurarak batılılaşma yolunda çeşitli adımlar atmıştır. Onun yolunda batılaşmaya devam eden II.Mahmud idarede bir devrim yaparak Sened-i İttifak’ı kabul etmiş ve Sekbân-ı Cedîd adında yeni bir ordu kurmuştur. Ancak her yenilikten sonra Yeniçeriler ayaklanmış, yapılan yenilikler ortadan kaldırılmıştır. II. Mahmud, nihayetinde her yeniliğe karşı olan Yeniçerileri bertaraf etmek için 1826’da ilmiyeyi yanına çekerek Yeniçeri Ocağı’nı tamamen söndürmüştür. Vakay-i Hayriye denilen bu büyük olayla asırlarca Avrupa’nın savaşlarda kâbusu olan askeri sistem sona ermiş, Batılılaşma hareketi esas işte bu noktada başlamıştır. Yaptığı reformlarla adı gâvur padişaha çıkan II.Mahmut’tan sonra 1839 yılında yerine geçen oğlu Sultan Abdülmecid de Avrupa’da yetiştiğinden dolayı tam bir Avrupa hayranıydı. Tahta oturur oturmaz ilk icraatı Sadrazam Mustafa Reşit Paşa aracılığı ile Tanzimat’ı ilan etmek oldu. Onun ardından 1856’da Islahat Fermanı ilan edildi. Müslümanlarla gayrı Müslimler böylece kanun ve devlet nezdinde eşit kabul edildi. Sultan Abdülaziz devrinde 1868 yılında Şûrâ-yı Devlet kuruldu ve böylece Osmanlı Sultanları yönetimde iradesini paylaşmayı kabul ediyordu. Bununla yetinilmedi, Sultan Abdulhamid devrinde 1876’da Kânûn-ı Esâsî (meşruti padişahlık) ilan edildi. Böylece sultan halkın seçtiği meclisi yönetimde ortak kabul ediyordu. Güya halkın seçtiği Meclis-i Mebûsan tam demokratik değildi, karşısında padişah, sadrazam, Heyet-i Vükelâ, Meclis-i Âyan, Şûrâ-yı Devlet vardı. Meclis-i Mebûsan’ın 80 Müslüman, 50 gayrimüslim üyesiyle iki kere toplanabildi. İlk icraatı Rusya’ya savaş ilan etme sonucunda Doksan üç (1877-78) harbiyle büyük bir hezimete sebep olan bu meclisi Sultan Abdülhamid 1878’de kapattı, bu kapanış 31 yıl sürdü. İç ve dıştan gelen baskılar sonucunda 1908’de Meşrutiyet ikinci kez ilan edildi ve Sultan Abdülhamid tarafından Kânûn-ı Esâsî’ yeniden yürürlüğe konuldu. 1909 ve 1911’de ise bu anayasa değiştirilerek parlamenter sisteme uygun hale getirildi. Ne var ki bu defa da tek partici bir meclis oldu. İttihad ve Terakki ile muhalefet arasında bir kan davası başladı. Bu dönemde Batılılaşma hareketleri milliyetçiliğin yükselişiyle canlandı. Üniversitede kadın erkek eşitliği, kadınların iş hayatına atılmaları, milli eğitim, dilde Türkçecilik, Türk Ocakları, İtibar-ı Milli Bankası, kaza birliği ve benzeri değişikliklerle batılılaşma yolunda devam eden Osmanlı Devleti, bütün bu Batılılaşma hareketlerine rağmen, sonuçta girdiği I.Dünya savaşından mağlup çıktı.
30 Ekim 1918 tarihli Mondros Mütarekesi ile Batılı devletler karşısında mağlubiyeti kabul eden Osmanlı Devleti, 10 Ağustos 1920’de imzalanan Sevr Antlaşmasıyla da parçalanmayı kabul etmişti. 19 Mayıs 1919’da Anadolu’da başlatılan Kurtuluş Savaşı ile Ankara’da kurulan yeni hükümet, 1 Kasım 1922 yılında Saltanatı kaldırmış, 23 Ekim 1923’te ise Cumhuriyeti ilan ettikten hemen sonra 3 Mart 1924 tarihinde Hilafeti de kaldırmıştı. Yeni devletin hedefinde de mutlak bir Avrupalılaşma vardı. 1924 Teşkilat-ı Esasiye Kanunu’nun 2. maddesindeki “Türkiye Devleti’nin dini din-i İslâm”dır…” maddesi 1928’de yapılan değişiklikle çıkartılmış, laiklik anayasaya konulmuştu. Eğitimdeki “Tekke, Zaviye ve Türbelerin Kapatılması”, “Medreselerin Kapatılması”, “Harf İnkılâbı” ve “Tevhid-i Tedrisat Kanunu” da Batılılaşma yolunda atılan adımlardır. “Şapka ve Kıyafet İnkılâbı” ile “Takvim, Saat ve Ölçülerde Değişiklik” de Batılaşmanın toplumsal işaretleridir. “Medeni Kanun” denilerek, “İslam Hukuku” devre dışı bırakılmış, yerine Batı’dan ithal edilen kanunlar getirilmiştir. 22 Nisan 1926’da kabul edilen Borçlar Kanunu İsviçre’den, 1 Mart 1926’da kabul edilen Ceza Kanunu İtalyan’dan, 1927’de yürürlüğe giren Hukuk Muhakemeleri Usulü Kanunu İsviçre’den, 4 Nisan 1929’da Ceza Muhakemeleri Usulü Kanunu da Almanya’dan alınmıştır. Deyim yerindeyse Batı’dan devşirme karma bir anayasa oluşturulmuştur. Bu anayasa ile tepeden inme bir inkılâp hareketi başlatılmış, halk değişime zorlanmıştır. Cumhuriyet Halk Fırkası önderliğindeki tek parti dönemi 14 Mayıs 1950 tarihinde yapılan seçimlerle sona ermiş, iktidara gelen Demokrat Parti dini uygulama ve alanlarda halkı rahatlatacak düzenlemelere gitmiş, ezan yeniden aslına uygun okutulmuş, İmam Hatip okulları ve Kur’an kursları yeniden açılmıştır.
Dış politikada tamamen ABD’nin güdümüne giren Demokrat Parti iktidarı NATO’ya girmek suretiyle ABD’nin ülke yönetiminde söz sahibi olmasının yolunu açmıştır. ABD ile yakınlaşmanın verdiği rahatsızlık sonucunda Rusya (o zamanki SSCB) ile yakınlaşma ve dengeleme çabaları da iktidarın 27 Mayıs ihtilalı ile devrilmesine neden olmuştur. 27 Mayıs İhtilalı Türkiye siyasetinde bir dönüm noktası olmuş ve hazırlanan 1961 anayasa ile ülkede yeni bir dönem başlamıştır. 1961 Anayasasının tanıdığı hak ve özgürlüklerin özellikle sol cenah tarafından istismarı ülkede siyasi kaosa neden olmuş ve 12 Mart 1971 Askeri muhtırasıyla Süleyman Demirel’in başbakanlığındaki dönemin Adalet Partisi iktidarı hükümetten çekilmiştir.
Türkiye’deki toplumsal değişimi anlatmak amacıyla hazırladığımız yazılarımıza önümüzdeki haftalarda devam etmek temennisiyle Yüce Rabbimizden hepimize Kur’an şuurunu vermesini ve bizlere sırat-ı müstakimi üzerende yürümeyi nasip etmesini niyaz ederim. Âmin.