Osmanlı Devletinin özellikle son dönemlerinde hanedanın yaşadığı saraylarda, askeri okullar ve kışlalarda, devlet kurumlarının birçoğunda müthiş entrikalar çevrilirdi. Bu entrikaların gerek hanedan ve gerekse devlet erkânı üzerinde psikolojik olumsuz etkileri olur, moraller bozulur ve plan ve programlar ya yeniden gözden geçirilir ya da ertelenirdi. Bu entrikacılar saraya ve devlet kurumlarına sızmış yabancı misyonların casusları veya para karşılığında devlet işlerini sabote eden içteki hainlerdi. Sultan II.Abdühamid Han çok mükemmel bir istihbarat teşkilatı kurmasına rağmen bunlarla tam olarak başa çıkamamıştı.
Sultan Abdulhamid Han Batının güçlü devletleriyle rekabet edebilmek için Avrupa ayarında her alanda okulların yanında askeri okullar da açmıştı. Bu okullara zeki ve yetenekli gençler alınarak çok başarılı subaylar olarak yetiştiriliyordu. Ancak devletin göz bebeği olan bu okullarda bir nokta göz ardı edilmişti. O da okulların hocalarının ekseriyeti batı kafasına sahip ve bir çoğu Masondu. Bu hocalar Sultan Abdülhamid’i ve Osmanlı hanedanını gizliden gizliye kötüleyerek talebelerin bilinçaltına zehirli düşüncelerini yerleştiriyorlardı. Nitekim zehirler meyvesini verdi ve Balkanlarda isyanlar başladı. Önce İttihatçı subaylardan Resneli Niyazi sonra Kolağası Enver Bey (Paşa) dağa çıkarak padişaha meydan okudular. Padişahın meşrutiyeti ilan etmesini istiyorlardı ve 23 Temmuz 1908 tarihinde meşrutiyet ilan edildi.
Meşrutiyetin ilanıyla azınlıklar azgınlıklarını sergilemeye başladılar. İttihatçıların devleti ele geçirmek için ortaya koyduğu bin bir çeşit entrika ve oyun halkta huzursuzluk meydana getirmişti. Balkanlar fokur fokur kaynıyor, memlekette huzursuzluk çoğalıyordu. Nitekim İngilizler Siyonistlerle el ele verip durumu fırsata çevirdiler. İstanbul’da başını İngiliz ajanı Volkan Gazetesi sahibi Derviş Vahdetinin çektiği bir grup halkı isyana teşvik ettiler. 31 Mart vakası diye bilinen isyanda başını avcı taburlarının çektiği ve medrese öğrencilerinin de katıldıkları ayaklanma tüm İstanbul’a kısa sürede yayıldı. İngilizlerin tezgâhladığı ayaklanmaları bahane eden İttihatçı subaylar Selanik’te “Harekât Ordusu” adını verdikleri bir ordu topladılar. Topladılar diyoruz, çünkü bu orduda emir komuta zinciri yoktu, askerlerden ziyade azınlıklardan oluşan eşkıya çeteleri ve Abdulhamid aleyhtarı kimseler vardı. İstanbul’daki asayişsizliği bahane ederek yola çıktılar ve asıl amaçlarına ulaşarak Sultan Abdülhamid’i tahttan indirdiler. Bu ordudaki subayların misyonu böylece bitmemişti, asıl şimdi yeni başlıyordu.
Harekât ordusunun subayları artık her yerde başrollerdeydi. Babıali baskını, Trablusgarp ve Balkanların kaybedilmesinde, Çanakkale, Sarıkamış savaşları ve en son Suriye-Filistin cephesinde görev aldılar. Filistin ve Suriye cephesindeki savaşlarda anlaşılmaz bir şekilde geri çekilerek İngilizlere kolay bir zafer yanında kutsal toprakları da bırakıp soluğu İstanbul’da almışlardı.
Birinci perde bitmiş, ikinci perde açılmıştı. O da ne! Bizim bu subaylardan bazıları Osmanlı Devletinin teslim olması ve tasfiyesi anlamına gelen Mondros Mütarekesine imza atıyorlardı. Bu ateşkes anlaşmasının ardından İngilizler İstanbul’u işgal ediyor ve Hicaz, Filistin ve Irak’ı tamamen ele geçiriyorlardı. Ordular dağıtılmış, ülke savunmasız hale gelmişti. Fransızlar Suriye’nin yanında şimdiki güney illerimiz Antep, Maraş ve Urfa’yı işgal ediyordu.
Üçüncü perde başlamış, kahramanlarımız işgal altındaki vatanı kurtarmak üzere harekete geçmişlerdi. Payitaht İstanbul bypass edilmiş devreye Ankara hükümeti girmişti. Sonuç: Altı asırlık saltanat kaldırılmış akabinde bir yıl sonra on dört asırlık hilafet lağvedilmiş, bunun yanında Şer’iyye ve Evkaf Vekaleti ile medrese, tekke ve zaviyelerde kapatılmıştı. Ayrıca Erkânı Harbiye de kaldırılmıştı. Böylece Osmanlı Devleti kurumsal olarak tamamen bitirilmişti. Ardından yapılan inkılâplarla Batı tarzında bir toplumun inşası hedeflenmiş ve Osmanlı toplumu da her şeyiyle değiştirilmişti, eskiden bir eser kalmamıştı.
Attila İlhan Cumhuriyet üç devrim üzerine kuruludur.” der. İlk ikisi olan “Emperyalizme karşı kurtuluş savaşı ve padişaha karşı demokratik devrim” aşamaları geride bırakılmıştır. 3 Mart 1924 tarihi itibariyle üçüncü aşama olan “toplumun ümmet aşamasından millet aşamasına dönüşümü” için harekete geçilmiştir. Diyerek şöyle devam ediyor: Halifeliğin kaldırılışı tek başına çok büyük devrimdir. Eğer halifelik kaldırılmasaydı Türkiye Cumhuriyeti milli sınırları içinde, üniter bir ulus devlet olmak yerine tüm Müslüman nüfus üzerinde sorumluluk iddia eden fakat somut hiçbir yaptırım gücü olmayan uluslararası hukuk bakımından da tartışmalı bir yapının taşıyıcısı olarak büyük riskler üstlenecekti.”Buradan şunu anlıyoruz, halifeliğin kaldırılması Türkiye’nin üzerindeki sorumluluğu kaldırmış gibi gözükse de ümmetin sorunlarını çıkmaza sokmuştur.
Yukarıdaki tarihi olaylardan sonra günümüze dönecek olursak eski senaryonun devam ettiğini, değişen şeyin sadece oyuncular olduğunu görebiliriz. 30 Ağustosta düzenlenen askeri törenlerde yeni mezun teğmenlerin bir bayan teğmenin komutuyla yemin etmeleri ve kılıçlarını çekerek “Mustafa Kemalin askerleriyiz” diye slogan atmaları asla basite alınacak bir olay değildir. Bu ülke 27 Mayıs, 12 Mart, 12 Eylül, 28 Şubat ve 15 Temmuz darbelerini yaşamış iken bu olay asla göz ardı edilmemelidir.
Devleti zayıf gösterecek, halkın devlete karşı güvenini sarsacak ve aynı zamanda adalete olan inancı dumura uğratacak olaylar peş peşe gelmektedir. Bunlardan biri de Narin Güran olayıdır. Sekiz yaşında cinayet kurban giden Narin kızımızın suçu neydi?
Diyarbakır ilinin Bağlar ilçesinin kırsal Tavşantepe Mahallesi’nde yaşayan 8 yaşındaki Narin Güran’ın ailesi tarafından 21 Ağustos 2024’te kaybolduğu ilanı verildiği, 8 Eylül 2024’te cesedinin bulunduğu olay çok ilginç mecralara doğru gidiyor. Cesedi köyün yakınındaki Eğertutmaz Deresi’nde bir çuval içinde bulunan sekiz yaşındaki Narin’in cinayet failleri henüz belirlenmemiştir. Anne, baba, ağabeyleri ve amcalarının da dâhil olduğu 24 kişi hâlâ gözaltında olup soruşturma Diyarbakır Cumhuriyet Başsavcılığı tarafından yürütülmektedir. Bu olay tam bir aydan beri televizyon kanallarında konuşulmakta ve tartışılmakta olup polisiye roman hüviyetine bürünmüştür. Çok karmaşık olaylar zinciriyle mesele bir sorun yumağı haline gelmiş ya da getirilmiştir. Bu olaydan bazıları nasıl bir sonuç ve yargıya varacaklar merak konusudur.
İçeride devam eden üzücü olaylar yanında Gazze ve Batı Şeria’daki soy kırım ve katliamları da unutmamamız gerekir. Birileri belki de dikkatleri dışarıdan içeriye çekmek istemiş de olabilirler. Ancak biz içeri ve dışarıyı birlikte okumaya devam edeceğiz. Ayşenur Ezgi Eygi’nin Nablus’ta şehit edilmesi de önemli mesajlar içermektedir. Ayşenur kardeşimiz 6 Eylül 2024’te yardım ve ziyaret amacıyla gittiği Filistin’in Nablus şehrinde işgalci Siyonist teröristlerin açtığı ateş sonucu vurularak kaldırıldığı bir hastanede 26 yaşında şehit düştü. Ayşenur, 2003’te buldozer altında kalarak ölen Rachel Corrie ve 2004’te öldürülen Tom Hurndall’ın ardından İşgalci teröristler tarafından öldürülen üçüncü yardım gönüllüsüydü. Keskin nişancının bizzat hedef alarak Türkiye vatandaşı Ayşenur’u vurması Türkiye’ye bir mesaj mıdır? Hayır diyenler Mavi Marmara Gemisi baskınını bir kez daha hatırlasınlar.
Lübnan’da Hizbullah üyelerinin elindeki telsizleri siber saldırıyla patlatan Siyonist katiller acaba bundan sonra daha neler yapacaklar? Gazze’deki savaşı bölgeye yayarak yanına ABD ve Batılı ülkeleri de almak suretiyle bölgeyi ateş çemberine çevirmek isteyen kudurmuş Siyonist İsrail hükümeti bakalım en sonunda nereye toslayacak? Bunu inşallah yakın zamanda göreceğiz. Tarih tekerrürden ibaret; ne Netanyahu Hitler’den güçlü ne de İsrail, Führer Almanya’sından. İlahi adalet yerini bulacak azıtan belasını bulacaktır.Ancak Müslümanlar kaybettikleri bu imtihanın bedelini de çok ağır ödeyeceklerdir. Rabbim bizi affeylesin, merhameti ile muamele eylesin, üzerimize ağır yükler yüklemesin. Âmin.