7 Ekimde bir yılını dolduracak olan Gazze’deki Siyonist katillerin devam ettirdiği soy kırım ve mezalim beklenildiği gibi çevreye yayılarak devam ediyor. Gazze’den sonra Batı Şeria’daki yerleşim birimlerine saldırarak burada da katliamlar gerçekleştiren acımasız işgalci katiller son olarak gözlerini Lübnan’a çevirdiler. 27 Eylül Cuma günü Siyonist işgalci katillerin Beyrut’un Dahiye bölgesine yaptıkları 85 tonluk bombalı saldırısı sonucunda Hizbullah lideri Hasan Nasrallah ve birçok dava arkadaşı şehit düştüler. Aksa Tufanı hareketinin öncesinde ve sonrasında kayıtsız şartsız bir şekilde HAMAS’a ve Filistin direnişine destek veren Hasan Nasrallah ve Hizbullah hareketinin öncü kadrosu bu uğurda şahadeti göze aldılar ve tamamına yakını şehit edildi. Oysa Hizbullah 2006 yılında İsrail’e tarihindeki en büyük mağlubiyeti tattırmış, Siyonist işgalcileri Lübnan topraklarından kovmuştu.
Aksa Tufanı hareketi hem dünyada hem de İslam âleminde nasıl bir turnusol kâğıdı gibi herkesin rengini ortaya koyduysa İsrail katillerinin Beyrut’a saldırıları da özelikle ülkemizde hemen herkesin rengini ortaya koyması açısından çok anlamlı oldu. Amerika ve Siyonist-haçlı müttefiklerinin 1980 yılında başlattıkları İran-Irak savaşı ve sonrasındaki Birinci ve İkinci Körfez savaşları istedikleri sonuçları almaları açısından başarıya ulaşamamışdı. Bu nedenle taktik değiştiren ABD ve Siyonizm Müslümanları birbiriyle savaştırarak amacına ulaşmayı planladı. Bu amaçla Obama döneminde CIA ve diğer Batılı istihbaratlar bizim IŞİD (Irak-Şam İslam Devleti), Arapların ise DAİŞ dedikleri terör örgütünü kurdular. Bu örgüte dünyanın dört bir yanından kandırılmış Müslüman gençler katıldılar ancak komuta kademesine Müslüman kılığındaki casuslarını yerleştirmiş bulunuyorlardı. IŞİD hem Suriye’de hem de Irak’ta çok büyük cinayetler işledi ve bu cinayetlerini Şii grupların üzerine yıkmak için de çok sinsi taktikler uyguladı.
2011 yılında fitili ateşlenen Arap Baharı fitnesi ile aralarında başta Tunus, Libya, Mısır, Yemen ve Suriye’nin de bulunduğu ülkelerde siyasi kaoslar ve iç savaşlar patlak verdi. Her şey önceden planlanmış, gerekli kadrolar hazırlanmış, senaryolar yazılmış ve oyunlar ustaca oynanmaya başlamıştı. Bu arada Monarşi ile yönetilen Arap ülkelerinde önemli bir sorun çıkmamıştı. Arap kral ve emirlerinin tahtını sarsacak şekilde önemli gelişmeler olmamıştı. Sonuç olarak çıkartılan iç savaşlar Libya, Yemen ve Suriye’nin bölünmesini getirirken Tunus ve Mısır siyasi çalkantılarla perişan edilmişti. Aslında Küresel Siyonist güçler yine de tam olarak amaçlarına ulaşamamıştı. Irak, Suriye ve diğer Şiilerin yaşadığı ülke veya bölgelerde bir Sünni-Şii savaşı çıkartmak suretiyle can alıcı son darbeyi vuracaklardı. Hatta Türkiye ve İran’ı karşı karşıya getirerek savaşa sokmanın sinsi hamleleri bir bir devreye sokuluyordu. Özellikle Irak ve Suriye’de önemli şahsiyetler ve kuruluşlara yapılan suikast ve sabotajlar tarafları bir mezhep savaşının eşiğine kadar getirmişti. Ancak gerek Türkiye ve gerekse İran’ın başını çektiği Şii cephesi bu tuzağa düşmemek için sabır ve tahammül gösterdiler. Ve neticede korkulan olmadı, emperyalizmin tüm oyunları deşifre edilmişti.
Yukarıda izaha çalıştığımız süreç içerisinde her zaman olduğu gibi tüm bu yaşananları ters yüz ederek ülkemiz kamuoyunu yanlış yönlendirmek suretiyle İsrail ve yandaşı ABD’yi temize çıkarmaya ya da az çok haklı göstermeye çalışan ve sürekli İran düşmanlığı yapan bazı medya mensubu uzun zamandan beri bahsedilen “Türkiye’deki İsrail” ’in varlığını ortaya koymaktadır. Filistin/ Gazze’de yaşanan mezalim ve soy kırımı gündemlerine alsalar da çoğu zamanlarda ikinci, üçüncü plana iterek gözlerden uzak tutmaya çalışan bir takım medya organları ve mensupları son Lübnan saldırısında renklerini iyice ortaya koydular. “İsrail Nasrallah’ı öldürdü” diye sanki müjde verir gibi haber yapan Tv kanalları oysa İran’ın İsrail’e yaptığı 13 Nisandaki füze ve İHA saldırısını hafife veya alaya almışlardı. Ancak İran’ın 1 Ekim akşamında İsrail’e 200 adet hipersonik füze fırlatmak suretiyle “Gerçek Vaat 2” adıyla gerçekleştirdiği operasyonu hafife alamadılar. Fakat yine de İsrail’in ağzıyla konuşarak atılan füzelerin havada imha edildiğini, herhangi bir ölü ve yaralının olmadığını iddia ettiler. Oysaki İran atılan füzelerin yüzde 90 civarında hedefleri vurduğunu söylüyordu. İran Devrim Muhafızları Ordusunun füzelerle İsrail’in önemli üslerini hedef aldığını duyuran İran Genelkurmay Başkanı Muhammed Bakıri, “İsrail’in 3 ana hava üssü hedef alındı. Hasan Nasrallah’a saldırının başlangıç noktası Hatzerim Hava Üssü, stratejik radarlar ve tank merkezi, F-35 ve MOSSAD karargâhı, Gazze çevresindeki personel taşıyıcılar ve askerlerin bulunduğu Nevatim Hava Üssü hedef alındı.” açıklamasında bulundu.
“Türkiye’deki İsrail” satın aldığı medya organları ve mensupları yanında birçok yerde de varlığını sürdürüyor. Önemli Sermaye çevreleri, STK’lar ve bazı cemaat mensupları Türkiye’de İsrail’in çıkarlarını korumaya ve savunmaya devam ediyorlar. Bunların kökleri ta iki, üç ve belki de dört, beş asır öncesine dayanıyor. Bunları isimlerinden tanımanız mümkün değildir ve hatta inanç ve görüşlerinden de pak ayırt edemezsiniz. Bunları böylesine kritik günlerde kimden yana olduklarını açığa vuran sözlerinden ve ifadelerinden tanıyabilirsiniz. Çünkü bunlar İsrail’in saldırılarını, katliamlarını, yakıp yıktıklarını heyecanla duyururken yediği darbeleri ya görmezden gelir ya da basite alırlar. Ancak bir gün gelecek hem katil İsrail hem de yandaşları hak ettikleri akıbeti göreceklerdir. Rabbim tüm Müslümanlara ümmet şuuru nasip eylesin, mezhepçilik ve ırkçılık fitnesinden muhafaza eylesin. Âmin.