HABİB KARAÇORLU

NASIL BU HALE GELDİK?

Ülkemiz,  bölgemiz ve hatta tüm insanlık olarak çok tarihi ve kritik günlerden geçmekteyiz. Filistin’deki Siyonist zulüm alabildiğine her geçen biraz daha şiddetini arttırarak bölgede yayılmaya devam ederken İslam âlemindeki uyuşukluk, vurdumduymazlık ve aymazlık da aynı şekilde devam ediyor. Tarihçilerin İslam medeniyet ve devletinin başlangıcı olarak kabul ettiği Hazreti Peygamber (S.A.V.)’in Mekke’den Medine’ye hicretinin üzerinden Kameri takvime göre 1446, Şemsi takvime göre ise 1402 yıl geçmiş oldu. Geçen on dört asırlık dönemde İslam âlemi ya da biz Müslümanlar düşmanları karşısında hiçbir zaman böylesine bir gaflet, dalalet, ihanet, acziyet, zillet ve rezalet içinde olmamıştık. Halbuki, geçmiş dönemlerde Müslümanlar sayı bakımından bu günkü mevcudundan daha da azdılar. İki buçuk milyara ulaşan mensubuyla Dünyada sayısal olarak ilk sırada yer alan Hıristiyanlıktan sonra, 2 milyar civarındaki mensubuyla Müslümanlar ikinci sırada yer alsa da kemiyetin çok önemli olmadığı, Müslümanların keyfiyette pek esamesinin okunmadığı açıkça görülmektedir. Tüm dünyada binde 2 gibi ( 16 Milyon) çok az bir nüfusa sahip olan Yahudilerin son Gazze olaylarında görüldüğü gibi büyük bir nüfus değil, nüfuza sahip oldukları, dünyayı parmaklarında oynattıkları gayet net görüldü. Çünkü onlar inançları  yaşıyor ve gereğini yerine getiriyorlar.

Miladi 622 yılında Medine’de İslam devletinin temellerini atan Hazreti Peygamber (S.A.V.) ve ashabı iki yıl sonra kendilerini yurtlarından çıkaran Mekke’deki şirk düzenin ordusunu Bedir’de bozguna uğratmışlardı. Uhud ve Hendek Gazalarından sonra Medine’de yaşayan fitne ve fesadın kaynağı üç Yahudi kabilesinin tasfiyesinin ardından en büyük kaleleri Hayber de ele geçirilerek Hicaz topraklarındaki Yahudi varlığına son verilmişti. Aradan fazla bir zaman geçmedi, hicretin hemen sekizinci yılında Müslümanlar Mekke’yi fethettiler. Bu fethin akabinde gerçekleşen Huneyn Gazasında büyük bir zafer elde ettiler. Dokuz ay sonra Busra valisine gönderilen bir elçinin şehit edilmesi nedeniyle onun intikamını almak için dönemin Amerikası hükmünde olan Bizans’a karşı 3 bin kişilik bir İslam ordusu gönderildi ve bu ordu Mute’de 200 bin kişilik Bizans ordusuyla başa baş cesurca savaşmış galip gelmese de mağlup olmamıştı. Bunun akabinde devam eden Bizans tehlikesine karşılık Hazreti Peygamber (S.A.V.) düşmanın gelmesini beklemeden çok zor şartlarda 30 bin kişilik bir ordu hazırlayarak Tebük seferine çıktı ve düşmanlarına gözdağı verdi. Bizans asla Medine üzerine yürümeye cesaret edemedi.

Hazreti Peygamber (S.A.V.)’in vefat ettiği 632 yılında 2 milyon km2 büyüklüğündeki tüm Arap yarımadası Müslümanların hâkimiyeti altına girmişti. Sadece on yıl gibi çok kısa bir zamanda böylesine bir büyük başarı nasıl elde edilmişti? Tabi ki cihad ruhuyla. Şehitliği arzulayan mücahid kahraman askerlerle batıl rejimlerin ordularının başa çıkması asla mümkün değildi.  Resulullah (S.A.V)’in yerine devletin başına geçen Reşid halifeler fetihlere devam ettiler. Suriye, İran, Anadolu’nun doğusu, Kafkaslar ve Kuzey Afrika fethedildi. Ancak üçüncü Reşid Halife Hazreti Osman (R.A.) döneminde fetihlerle gelen ganimet ve zenginlikler Müslümanların maneviyatını zayıflatmaya başlamıştı. Yaklaşan tehlikeyi gören Ebu Zerri’l-Ğıfari Müslümanların lüks ve konfora meyletmelerini çokça tenkit edip karşı çıksa da onu anlayamadılar. Neticede korkulan oldu, gizli İslam düşmanları mevcut konjoktürü fırsata çevirip ülkenin birçok yerinde fitne ateşini yakarak isyan çıkarttılar ve işi Hazreti Osman (R.A)’ı şehit etmeye kadar götürdüler. Çok büyük bir fitne çıktı. Allah Resulü(S.A.V.’)in itinayla yetiştirdiği seçkin sahabeleri birbirine düşürüldü. Bu fitne Kerbela’da Hazreti Hüseyin ve Ehli Beyt mensuplarının şehit edilmesiyle daha da büyüdü ve maalesef günümüze kadar da devam ede geldi.

Her ne kadar İslam âleminde büyük bir kırılma yaşansa da Emeviler döneminde fetihler devam etti. İslam devletinin sınırları doğuda Hindistan, Batıda ise Fransa’ya kadar ulaşmıştı. Emevilerin ırkçı politikaları nedeniyle ömürleri fazla uzun olamadı. 750 yılında Abbasiler Emevileri devirerek yönetimi ele geçirdiler. Bu dönemde de fetihler devam etti. Ancak onlar Emeviler gibi Arap ırkçılığı yapmadılar, diğer unsurlara da devlet yönetiminde görevler verdiler. Böylece Asya kıtasındaki Türk boyları İslamiyeti tercih ederek topluca Müslüman oldular. Türklerin İslam’a girmesiyle Abbasi devleti çok büyük bir güç elde etmiş oldu. Bu sıralarda her ne kadar Emevi Devleti yıkılmış olsa da İber yarımadasında kurulan Endülüs Emevi Devleti bilim, kültür, sanat ve teknolojide Orta Çağdaki en üstün bir medeniyet olarak sekiz asır varlığını sürdürdü. Bu dönemde Müslümanlar fizik, kimya, biyoloji, tıp, astronomi, matematik, geometri, mimarlık, musiki olmak üzere hem bilim hem de kültür ve medeniyet alanında kendi çağlarına ışık tuttular.

Avrupa için “Karanlık çağ” olarak kabul edilen Orta Çağda İslam âlemi en parlak devrini yaşadı. Bu sekiz asırlık dönemde çok büyük âlimler yetişti. Birçok icatlar yapıldı. Her alanda günümüz bilimlerine temel teşkil eden müthiş gelişmeler yaşandı. El-Cabir, Harizmi,Kindi, İbni Heysem,İbni Sina, Farabi, Nasreddin Tusi, İbni Haldun ve El-Cezeri gibi binlerce büyük alim o zamana kadar bilinmeyen birçok bilimsel çalışmalar yaptılar. Ancak bu çalışmalar 15.asırdan sonra yavaşlamaya başladı. Oysa tam aksine bu dönemde Avrupa’da bir uyanış ve değişim başlamıştı. Reform Ve Rönesans hareketleriyle Avrupa ülkeleri doğmatik fikirlerle Avrupa halklarını geri bırakan Hıristiyanlığın yanlış düşüncelerini terk ediyor, Müslümanların kitaplarını okuyarak aydınlanıyorlardı.

Orta çağ bir Haçlı-Hilal mücadelesine sahne olmuştu. 1071 Malazgirt yenilgisini hazmedemeyen Haçlı dünyası Papanın çağrısıyla büyük ordular hazırlayarak yüz yıllar boyunca Anadolu ve Ortadoğu coğrafyasına saldırılar düzenlediler. Selçuklu ve Eyyubi orduları Haçlı saldırılarını göğüsleyerek amaçlarına ulaşmalarını engellediler ve işgallerine son verdiler. Haçlı saldırıları bitmeden gelen Moğol saldırılarına karşılık yine Selçuklu orduları büyük mücadeleler vermişlerdi.

Birinci Dünya savaşı da dâhil olmak üzere İslam âlemi, düşmanları karşısında günümüzdeki gibi asla çaresiz bir duruma düşmedi. Savaştı, yendi, yenildi, ama günümüzdeki gibi düşmana ne boyun eğdi, ne de işbirliği yaparak zillete düştü. Çünkü Müslümanların akideleri çok sağlamdı. Allah’a olan imanları ve güvenleri tamdı. Kaza ve kadere de inanıyor, başlarına gelenlere sabır ve tevekkül ediyorlardı. Müslümanlar bazı müstesnalar hariç çok sade bir hayat yaşıyor, ellerindekine şükür ve kanaat ediyorlardı. Düşmanın varlığı karşısında sürekli teyakkuz halinde idiler. Askerlik çok kutsal bir görevdi. Ne zaman askere çağrılsalar, tereddütsüz giderlerdi. Yemen’e, Balkanlara, Çanakkale’ye, Sarıkamış’a ve tüm cephelere iştiyakla koşmuş, kimisi gazi kimsi şehit olmuştu.

Birinci Dünya savaşı öncesinde İngilizler Osmanlı devletini yıkmak için bin bir desise ve şeytanlık sergilemişlerdi. Casusları aracılığı ile Osmanlı tebaası olan farklı ırklara mensup Müslümanları devlete karşı isyan ettirmiş ve hatta savaştırmışlardı. İngilizler, Arabistan’da Vehhabiliği, Hindistan’da Kadıyaniliği ve Mısır’da İslam modernizmini icat ederek Müslümanlarda inanç ve düşünce ayrılığı veya çatışması oluşturmak için fitne tohumlarını atmışlardı. Bir yandan da Siyonist Yahudilerin desteği ile milliyetçilik yani ırkçılık hareketlerini destekliyor, Türkçülük akımını parlatmanın yanında Arap, Kürt, Arnavut ve diğer etnik kökenleri de Osmanlı Devletine karşı kışkırtıyorlardı. Rum, Ermeni, Süryani, Gürcü ve diğer gayrı Müslim azınlıklarda devlet kurma hayali ile kullanılıyordu. Sonuçta altı asırlık Osmanlı Devleti İttihatçıların elinde dokuz yıl gibi çok kısa bir zaman diliminde eridi, bitti.

Yeni kurulan Türkiye Cumhuriyeti ümmet düşüncesini terk ederek milliyetçilik fikrini benimsemişti. Bu milliyetçilik anlayışına göre ise Türk olmaktan ziyade kendini Türk olarak kabul etmek asıl meseleydi. Çünkü Anadolu ve Trakya’da yaşayan Rum, Ermeni ve Yahudilerin önemli bir kısmı resmiyette isim ve din değiştirerek Türkiye Cumhuriyeti vatandaşı olmuş, devlet kurumlarında, eğitim, ticaret, basın, kültür ve sanat alanlarında başköşeleri kapmışlardı. Anadolu’nun asli unsurları yıllarca bu ceberrut kesimlerle mücadele ettiler. Anadolu insanı dininden, tarihinden, kültüründen, örf ve âdetinden ayrılmamak için büyük bir mücadele verdi. Halen bu mücadele devam etmektedir.

Osmanlıdan ayrılan Arap âlemi de bir türlü toparlanamadı. İngilizlerin Orta Doğu’da iktidara taşıdığı yönetimler halkın taleplerinin aksine emperyalistlerin amaçları için çalıştılar. Krallar gitti diktatörler geldi, onlar da gitti yenileri geldi. İslam dünyasında ümmetin birliğini savunan üç önemli fikir ve siyasi hareket ki bunlar: Türkiye’de Erbakan’ın önderliğinde Milli Görüş Hareketi, Mısır’da Hasan El-Benna’nın kurduğu İhvan-ı Müslimin ve Hindistan, Pakistan ve Bangladeş bölgesinde Mevdudi’nin liderlik yaptığı Cemaat-i İslami. Bu üç hareket küresel emperyalistlerin; ABD, İngiltere ve İsrail’in hedefi haline geldi. Çünkü bu üç hareket uyuyan Müslümanları uyandırıyordu. Yazımıza önümüzdeki hafta devam etmek dileğiyle Yüce Rabbimizden tüm Müslümanlara Kur’an şuuruyla birlikte cihat ve ümmet şuurunu nasip etmesini niyaz ediyor, Filistin ve Doğu Türkistan başta olmak üzere esaret altındaki kardeşlerimizin bir an önce hürriyet ve istiklallerini kazanmalarını diliyorum. Amin.

NASIL BU HALE GELDİK?

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Bizi Takip Edin