HABİB KARAÇORLU

SON YÜZ YILIN MUHASEBESİ – VIII

Ülkemiz ve milletimizin son yüz yılını ele aldığımız makalelerimize bu hafta da devam edelim. Bilim ve teknoloji ile birlikte bunlara bağlı değişim, dönüşüm ve kalkınmanın baş döndürücü bir hızla devam ettiği çağımızda insanlık seviyesinin ne yazık ki ters yönde seyrettiğine şahit olmaktayız. Dört aydan beri Filistin’de devam eden Siyonist zulüm ve bu zulme doğrudan destek olanlarla seyirci kalarak ya da katillerle ilişkilerini kesmeyip dolaylı destek olanlar insanlık adına düşülen seviyeyi göstermektedir.

Binlerce yıldan beri yeryüzünde varlığını sürdüren ve yeryüzünde kan döken ve fesat çıkartan zalimler,  hiç devirde bu kadar rahat hareket edememişlerdi. İnsanlık hiç bu kadar yüzsüzleşmemiş, bu kadar sorumsuz ve duyarsız hale gelmemişti. Demek ki üç asırdan beri çeşitli ideolojiler ve düşünce akımlarıyla insanlık ruhen ve zihnen ifsat edilmiş ve fıtratından uzaklaştırılmıştır. Materyalizm, Pozitivizm, Darwinizm, Psikanalizm, Komünizm, Marksizm, Kapitalizm, Liberalizm, Faşizm, Rasyonalizm ve Pragmatizm gibi Avrupa’da ortaya çıkmış ve oradan dünyaya servis edilmiş ideoloji ve felsefe akımlarının hemen hemen tamamına yakını Yahudi asıllı bilim adamları ve düşünürler tarafından ortaya atılmıştır. Peki, bu düşünceleri veya tezleri uyduranların asıl amaçları neydi? Bu ideolojiler ki, tüm dünyada büyük savaşlara, devrimlere ve çok büyük çapta insani felaketlere neden olmuş, milyonlarca insan bunlara kurban edilmiştir.

19 ve 20. yüz yılda düşünce veya tez üreten Yahudi ideolog ya da bilim adamı kılıklı kişilerin ortak bir hedefleri vardı: insanlığı Tanrı inancından, ahlak ve maneviyattan uzaklaştırarak hayvan seviyesine indirgemek ve böylece kolayca güdülür hale getirmek. Bu alanda bayağı çaba sarf ettiler, çok çalıştılar ve hatta canlıların genetiği ile oynayıp insan türünü değiştirmeyi amaçladılar. Bugün ellerindeki bilim, teknoloji, medya, sermaye ve politika gücüyle halklara, devletlere ve yönetimlerine kolayca hükmediyorlar. Hangi ırk veya hangi dinden olursa olsun hiç fark etmez; bugün ruhen ve zihnen Yahudileşmiş olan milyonlarca bilim adamı, düşünür, iş adamı ve devlet adamı vardır. ABD başkanı Bıden, 7 Ekim sonrasındaki İsrail’i ziyaretinde öyle dememiş miydi: “Siyonist olmak için Yahudi olmaya gerek yoktur.”

Toplumu değiştirmek, dönüştürmek ve her şeyine hükmetmek için Siyonizm merkezli küresel odakların geliştirip uyguladıkları çeşitle plan ve projeler vardır ki bunlar sessiz, sedasız bir şekilde dünyanın tamamına yakınında ustaca uygulanırlar. Bunların en önemlilerinden biri Obskürantizmdir. Bilgiyi tekelinde tutanların, bu gücü ellerinden kaçırmamak için geri kalanların bilgiye erişimini zorlaştırmak veya imkânsız kılmaya yönelik çabalarına, bilginin anlaşılmasını zorlaştırmalarına verilen bu ad Bilmesinlercilik veya Karanlıkçılık  diye de isimlendirilir.  Obskürantizm, genellikle muhafazakâr eğilimli kanaat önderleri ve politikacılar tarafından savunulur. “Aç bırak, itaat etsin,  cahil bırak, biat etsin” formülü günümüzde Batı ülkelerinden ziyade İslam ülkelerinde uygulanmaktadır. Küresel emperyalistlerin yerli işbirlikçiler eliyle uygulamaya koydukları “Omerta” yani “mafyavari mala ve gayrı menkule çökme” metodu ve “İkonoklast” gibi “mevcut değerleri yok etme” plan ve projeleri de İslam dünyasında uygulanmaya devam etmektedir.

Yukarıdaki bilgiler ışığında ülkemizin siyasi tarihini geçen hafta kaldığımız yerden anlatmaya devam edelim. 28 Şubat 1997 MGK toplantısı ve kararları Cumhuriyet tarihi açısından çok önemli bir milattır. Ülkemizdeki dini faaliyetlerden ve İslam’ın yükselişinden rahatsız olan dış ve iç mihraklar, Milli Görüş hareketinin iktidarına bir bakıma yeşil ışık yakıp onun şahsında İslami hareketi de bitirmenin planlarını yaparak, bir taşla iki kuş vurmayı düşündüler.  Bu planın ilk adımını 1990’lı yıllarda TÜSİAD hazırladığı raporla atmış ve Türkiye’nin geleceği ile ilgili kendileri açısından endişe ettikleri durumları ele alarak ilgili yerlere iletmişlerdi.

Eğitim ve ekonomi arasında doğrudan duyu organlarıyla kolayca algılanamayan ancak belli bir zaman sonra ortaya çıkan müthiş bir bağlantı vardır. TÜSİAD’ın laik ve mason üyeleri, ülkede sayıları giderek çoğalan ve çok başarılı mezunlar veren İmam Hatip okullarından duydukları rahatsızlığı dile getiriyor, ayrıca eğitimin daha seküler bir çizgiye çekilmesini istiyorlardı. Bu düşünce ve talepleri kabul etmeyen Refahyol hükümeti cebren ve hile ile iktidardan uzaklaştırılmış, Başbakan Erbakan’ın partisi kapatılmış ve kendisi siyasi yasaklı hale getirilmişti. Halkın iradesine dayanmayan ANASOL-D ve DSP azınlık hükümetleri 28 Şubatçıların istekleri doğrultusunda eğitime ve sosyal hayata çekidüzen vermeye gayret etmişlerdi. 1999 seçimleri sonucunda kurulan ANASOL-M hükümeti de aynı yolda devam etmiş, laiklik bir kılıç gibi dindar kesimlerin üzerinde sallandırılmıştı. 17 Ağustos Gölcük ve 12 Kasım 1999 Düzce depremleri de hükümetin dindar kesime bakış açılarını değiştirmemiş ve zulüm devam etmişti. 2000 yılı Mayıs ayında görev süresi dolan Demirel’in yerine Anayasa mahkemesi başkanı Ahmet Necdet Sezer cumhurbaşkanı seçilmişti. Sezer, laiklik savunucusu biri olsa da devlet yönetiminde anayasa ve yasaların uygulanması konusunda ısrarcıydı.  Bu nedenle hükümetle daima sorunlar yaşıyordu.  Nitekim 2001 Şubatında yapılan MGK toplantısında “Anayasa kitabı fırlatma” meselesi ekonomik krizin çıkmasına neden olarak gösterilmişti. Aslında 2000 yılı Kasım ayında İhlâs Finans Kurumunun iflasıyla geliyorum diyen ekonomik krize hükümetçe bir mazeret aranmış ve Cumhurbaşkanı Sezer’in MGK toplantısındaki hareketi bahane yapılmıştı.

2001 krizinden çıkış olarak çareyi İMF’de gören hükümet Dünya Bankasından Kemal Derviş’i getirterek Ekonomiden Sorumlu Devlet Bakanı ve Hazine Müsteşarı olarak görevlendirdi. TL yabancı paralar karşısında  % 40 değer kaybetmiş, faizler tavan yapmıştı. Kemal Derviş, küresel sermayenin bir temsilcisi olarak üretimle kalkınma yerine Türkiye’ye “sürdürülebilir borçlanma” metodunu kabul ettirdi. Türkiye ödeyebileceği oranda dışarıdan borç para alacak, bununla beraber yabancı sermayeye kucak açacak ve aynı zamanda özelleştirmelere hız verecek ve bu şekilde ekonomisini düzeltecekti. Kemal Derviş’in ekonomik politikaları zengini daha zengin, yoksulu ise daha yoksul yapmıştı. Halk gidişattan memnun değildi, bir esnafın başbakanlık önünde Ecevit’e yazarkasa fırlatması ekonomik durumu izaha yetiyordu.  Bu arada siyasi arenada çok önemli değişiklikler olmuş, Refah Partisinin yerine kurulan Fazilet Partisinin yeni seçilen milletvekili Merve Kavakçı’nın TBMM’deki yemin törenine başörtülü olarak gelmesi gerekçesiyle Yargıtay Cumhuriyet Başsavcısı Vural Savaş tarafından FP’nin kapatılması için Anayasa mahkemesine dava açılmış, 22 Haziran 2001 tarihinde FP de kapatılmıştı. FP’nin kapatılması 14 Mayıs 2000’de yapılan 1.Kongrede genel başkanlığa aday olan yenilikçi kanadın temsilcisi Abdullah Gül ve cezaevinden yeni çıkan İBB eski başkanı Recep Tayyip Erdoğan için iyi bir fırsat doğurmuştu. Nitekim yenilikçiler diye bilinen grup Erbakan’ın kurdurduğu Saadet Partisine katılmamış ve 14 Ağustos 2001’de Adalet ve Kalkınma Partisi (AKPARTİ)’ni kurmuşlardı.

4 Mayıs 2002’de Başbakan Bülent Ecevit’in rahatsızlanarak hastaneye kaldırılması üzerine, ilerleyen yaşının da etkisiyle görevine devam edip edemeyeceği yönünde tartışmalar başladı. Tartışmalar Demokratik Sol Parti’nin (DSP) içine de yansıdı; 8 Temmuz’da Hüsamettin Özkan’ın Başbakan Yardımcılığı ve DSP’den ayrılmasıyla başlayan istifa dalgasıyla Temmuz ayı içinde DSP meclis grubunun sayısı yarı yarıya düştü. Bu gelişmeler sırasında koalisyon hükümetinin ikinci büyük ortağı  MHP Genel Başkanı Devlet Bahçeli, 7 Temmuzda yaptığı açıklamada 3 Kasım 2002 tarihinde erken seçim yapılmasını istedi. 16 Temmuz 2002’de koalisyon hükümetini oluşturan üç partinin genel başkanları arasında yapılan zirve toplantısında 3 Kasım’da erken seçim yapılması kararı alındı.

3 Kasım 2002 seçimleri birçok sürprizle sonuçlandı.  % 10’luk ülke barajını sadece AKPARTİ ve Deniz Baykal’ın başında olduğu CHP aşabilmiş, DYP, ANAP, MHP, Genç Parti, DEHAP, Saadet ve DSP’nin de arasında bulunduğu % 45’lik bir oya sahip olan muhalefet meclis dışında kalmıştı. AKParti  % 34,29 oyla mecliste 363 sandalye kazanırken, CHP % 19,39 oyla 178 sandalye kazanmıştı. Ancak AK Partinin genel başkanı Erdoğan siyasi yasaklı olduğu için milletvekili seçilememiş, bu nedenle hükümet Abdullah Gül tarafından kurulmuştu. Önümüzdeki hafta yazımıza devam etmek dileğiyle Yüce Rabbimizden ülkemiz ve tüm İslam âlemi, hassaten de Filistin için rahmet ve selamet niyaz ederim. Âmin.

 

 

 

 

SON YÜZ YILIN MUHASEBESİ – VIII

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Bizi Takip Edin