2000 yılında tüm dünyanın ve Türkiye’nin bir hayli defoları vardı. Türkiye’de iç ve dış borç miktarı yükselmiş, IMF baskısı artmış, fert başına gelir de 3.000 dolarda çakılmıştı. Enflasyon üç rakamlı hanelere yükselirken, 26 banka batmıştı. Devlet bu kayıpları karşılayınca sistem kurtulmuştu ama toplum yeni bir arayışın içerisine girmişti.
Türkiye bu tabloyu yaşarken yeni bir kalkınma hikâyesi yazmak hem zor hem de kolaydı. Dünyanın her yerinde aynı problemler oluyordu zaten. Sadece devletlerin adı ve profilleri değişiyordu. Ama hepsinde de ortak payda, kalkınma, demokrasi, yoksulluk, yolsuzluk ve yasaklarla mücadele söylemleri ön plana çıkıyordu. Esasen gelişmekte olan ülkelerin hepsinde de aynı problemler var ve serüvenleri de birbirine çok benziyor. Herkes aynı yolda yürürken farklı yan yollara sapmalar da oluyor elbette. Ama hepsinin de hikâyeleri ortaktı.
Küreselleşen dünyada sosyal refah devletleri, değişen toplum yapılarıyla paralel olarak bir değişim geçirmektedir. 2002 yılında iktidar olan AK Parti iktidarının ilk 10 yılında, programlı bir şekilde bir yandan liberal ekonomi politikaları uygularken diğer yandan ‘eşit vatandaşlık’ anlayışına uygun hak temelli sosyal politikalar geliştirmeye ve uygulamaya başladı. Bu, ilk etapta çelişkili bir durum gibi görünse de ekonominin gelişmesi, refahın daha adil dağılımını sağlarken, yeni bir yönetişim modeli olarak devlet, toplumun geçmişten günümüze taşıdığı hayırseverlik geleneğini sosyal yardımlara çeşitlilik kazandırarak devam ettirdiğini söylüyordu. Esas hedef, yoksulluğu yönetmek değil, yoksulluğu ortadan kaldırmak olmalıdır ama yönetmenin getirisi daha bir cazip geliyordu.
Gelişmekte olan bir ülke olarak toplumun yapısı hızla değişmekte, artık eski geniş ailelerin neredeyse tamamının kaybolduğu, ebeveynlerin çalıştığı, çekirdek ailelerden oluşan bir topluma dönüşmüş durumdayız. Gelişmiş ülkelerdeki gibi Türkiye’de de kadınların iş hayatında aktif olarak rol alması aile yuvalarında geliri artırmış ve önemli bir kazanç artışı sağlanırken, bakıma muhtaç yaşlı, çocuk ve hastaların kurumsal ve ücreti karşılanabilir bakım hizmetlerine ulaşması sorunu Türkiye için de hayati bir önem arz ediyordu. İşte sosyal yardımların en temel nedenlerinden biri buydu.
Ak Parti iktidara geldiğinde önünde iki veri vardı: Birisi Kemal Derviş’in başlattığı ekonomik onarım programı, ikincisi de Avrupa Birliği tam üyelik süreci. AK Parti, hedeflerinin önemli bir kısmını IMF’nin bütün devletlere tavsiye ettiği reçeteyi, önceki koalisyon hükümetinin uyguladığı ekonomik programı kaldığı yerden itibaren uygulayarak çözdü.
Ülkedeki birçok KİT ve kamu kuruluşunu, devleti küçültme projesi kapsamında özelleştirdi. Sermaye akışı oldukça yüksekti. Uluslararası sermaye de yeni iktidarın hedeflerini benimseyerek Türkiye’ye geliyordu.
Ticaret canlanıyor, refah artıyordu. Uzun yıllar 3.000 dolara çakılmış olan fert başına gelir, beş yıl içerisinde üç kat artmış, 2012 yılına gelindiğinde bu rakam 12.650 doları bulmuştu. Orta Gelir Tuzağı’ndan kurtulmaya ramak kalmıştı. GSMH’mız bir trilyona doğru ilerliyordu. Yine o yıllarda AB’ye ha girdik ha gireceğiz modunda bulunuyorduk. Bu vesile ile ülkenin ilerlemesine ayak bağı olan birçok yasada değişiklikler yapılmış, demokratikleşme konusunda önemli bir devlet olma yolunda ilerlemeye başlanmıştı. Piyasalar derinleşmeye başlamış, BDDK, EDP ve benzeri birçok yeni kurum oluşturulmuştur. Kur riskleri azalmış, enflasyon tek hanelere gerilemişti. İstihdam sayısı artmış, büyüme oranı yükselmişti.
2013 yılında fert başına gelir 12.650 dolar olmuştu. İktisat literatüründe 13.000 doları aşamayan ülkeler “Orta Gelir Tuzağı”na takılmış kabul ediliyorlar. Orta gelir tuzağını teşvik paketleriyle değil, yeni bir kalkınma modeli ile aşmak mümkündür. Unutmayalım; Singapur, petrol rezervleri olmadan petrokimya sektörünü geliştirmiştir.
Hukukun üstünlüğü, beşeri sermayeye yatırım, para ve maliye politikalarının uyumu, tarım alanlarının geliştirilmesi, siyasi hedefleriyle uyumlu olması, tüketici sayısından ziyade üretici sayısının artması gibi hedefleri güçlendirmek gerekir.
Her seviyeden insanlar çoğunlukla üretmeden tüketme alışkanlığı içerisindeler. Bu anlayışı destekleyen bir hayli de kredi muslukları var. Ne çare ki; üretkenlik olmayınca, kredi ile ancak enflasyon beslenir.
Günümüzde devletler özel sektöre yeni pazarlar buluyor. Bunu başaran ülkeler kalkınma yolunda mesafe alabiliyorlar. Türkiye bu anlayışı ısrarla uygulamaya aldı. 2002 yılında Afrika kıtasında 12 olan büyükelçilik sayımız şimdilerde 44 olmuştu. Dünyanın 190 ülkesine ihracat yapabiliyordu artık. Gelişmeler 2024 yılının ihracat rakamının 270 milyar dolar olacağını gösteriyor. Toplam dış ticaret hacmimiz bir trilyon seviyesine oldukça yaklaşmıştı.
Gerek ihracatta, gerek genel anlamda üretimde katma değeri artıran ekonomik formülün dayandığı en büyük “yükseltici”; kurum ve kuralların istikrarlı bir biçimde uygulanmasıdır. Buna günümüzde “önünü görmek” diyorlar. Araştırma olacak, eğitim olacak, inovasyon olacak elbette ama kurum ve kurallardaki istikrar en önemli çekici ve yükselticidir. Türkiye esasen yabancı sermayeye uygun bir ülke ama “mevzuat riski” yüksek bir ülke deniyor. Kurum ve kuralları, yani mevzuatı sürdürebilme karnemiz zayıf. Yatırımcı 30-40 yıl sonrasını görmek istiyor.
Beyin göçünü önemsemek gerekir. ABD’nin en büyük avantajı; gelişmiş beyinleri toplayabilme özelliğidir. Fikri mülkiyeti destekliyor, aykırı fikirlere yaşama hakkı tanıyor, girişimciler için özel alanlar açıyor. Fikir üretimi serbest, hisse senetlerini alarak yatırımcıya (ventur kapital, risksemaye şirketleri yoluyla) verdiği destekler aslında emek-sermaye ortaklığı anlamını taşırken yeni Slikon vadileri oluşturuyor.
Türkiye bu konuda önemli sıçramalar yaptı. Eğitime ayrılan payı artırdı. Bu konuda Batı’dan geri değiliz. Hatta eğitilmiş insan sayımız kantite yönüyle Batı’dan geride değil. Buradaki sorunumuz daha çok kalite ile ilgilidir. Okuma ve okuduğunu anlama ile yorumlama konusunda henüz arzu edilen sıçramayı yakalayamadık.
Dünya değiştiği gibi ülkemiz de değişmeye devam ediyor.