29 Ekim 1923 yılından itibaren artık yeni bir dönem başladı. Bundan böyle düşmana karşı uyanık olunacak ancak ülkenin de önemli maddi ve kültürel ihtiyaçları zaman içerisinde karşılanacaktı. Türkiye Cumhuriyeti’nin o günkü nüfusu 13 milyon ve çoğunluğu da yaşlı, çocuk ve kadın.
Elbette bizim Anadolu tarihimiz 1020’den itibaren başlar. Anadolu Selçuklu devleti 1038’de kuruldu ve o günkü konjonktüre uygun olarak halife tarafından 1055’te onaylanarak uluslararası statüye kavuştu. Çok değil, 1055’ten 15 yıl sonra 1071’de Malazgirt savaşının kazanılmasının ardından Anadolu’nun kapıları, genelde Müslümanlara, özelde Türklere açılmış oldu. Arada olan değişiklikler ve 1923’teki rejim değişiklikleri kopukluk meydana getirmezler. Devlet-i Ebed Müddet, yeni ismiyle Türkiye Cumhuriyeti olarak yoluna devam ediyor.
Cumhuriyetin ilanından sonra kültür ve sanat alanında önemli emekler verilmeye başlandı. Bunlardan Mehmet Akif’in Kur’an meali, Elmalılı Hamdi Yazır’ın “Hak Dini ve Kur’an Dili” tefsiri ve önce Babanzade Ahmet Naim’in, onun vefatından sonra da Kamil Miras’ın “Sahîh-î Buhârî Muhtasarı Tecrîd-î Sarîh Tercümesi ve Şerhi” çalışmaları önemlidir.
Diyanet “Kuran tefsiri için Elmalılı Hamdi Yazır’ı, Kuran meali için Mehmet Akif Ersoy’u, hadis çalışması için ise Babanzade Ahmet Naim’i görevlendirdi. Ancak Mehmet Akif Ersoy tercümeden vazgeçince Elmalılı Hamdi hem tefsiri hem meali yaptı. Hadis çalışmasını üç yıl sürdüren Babanzade Ahmet Naim vefat edince de, yarım kalan çalışmayı Kamil Miras yürüttü.”
21 Şubat 1925’te TBMM’de Diyanet İşleri Başkanlığı’nın bütçesi görüşülürken Kur’an-ı Kerim tercüme ve tefsiri ile Sahih-i Buhari tercüme ve şerhi için 20 bin liralık tahsisat ayrıldı. Bu konu ile ilgili olarak Ahmet Hamdi Akseki görevlendirildi. Akseki, tefsiri Elmalı’ya, meali de Mehmet Akif’e teklif etti. Anlaşmalar imzalandı ve her birine 1.000 lira peşin ödeme yapıldı, kalan beşer bin lira da çalışmalar teslim edildikçe ödenecekti.
Şimdi Mehmet Akif’in Kur’an tercümesinin serencamını özetleyelim.
O günkü yönetim kadrosu “Kur’an-ı Kerim’in Tercümesi”nin hazırlanmasını dine ve dile hakim olan Mehmet Akif Ersoy’a vermiştir.
“Mehmed Âkif, sadece Kur’an’ı çok okuyan, ezberleyen bir mümin değildir; esasen böyleleri çoktur. Âkif, Kur’an’ın hakikatini anlamaya ve anlatmaya çalışan bir noktada durmaktadır.”
Akif bu çalışmayı önce kabul etmek istememiş, fakat yakın çevresince ikna edilerek Ekim 1925 tarihinde tercüme işini üstlenmişti.
Çalışmalarını, biraz da devrin şartlarından dolayı Mısır’a giderek orada sürdüren Mehmet Akif, zaman içinde çeşitli düşünceler nedeniyle tercüme işini yarım bırakmış, ancak Elmalılı Hamdi Yazır, Kur’an tefsir ve tercümesini 1935’te yapıp bitirmiştir.
Mehmed Akif tercümeye 1926 yılında Mısır’da başlamış ve 1928 yılında ilk şeklini tamamlamıştı. Bundan sonra dört yıl boyunca üzerinde çalışarak metni gözden geçirmiş ve 1932 yılında da son şeklini vermişti. Bu sıralarda Türkiye’deki camilerde namaz kıldırılırken Kur’an’ın aslı yerine tercümesinin okunacağı söylentileri kulağına gelince, yaptığı tercümenin bu amaçla kullanılacağından endişelenmişti. Yaptığı tercümeyi teslim etmekten vazgeçerek sözleşmeyi feshetti. Bunu bizzat kendisi şu şekilde ifade etmiştir: “Tercüme güzel oldu, hatta umduğumdan daha iyi. Lâkin onu verirsem, namazda okutmaya kalkacaklar. Ben o vakit Allah’ımın huzuruna çıkamam ve Peygamberimin yüzüne bakamam”.
Mısır’dan İstanbul’a dönmeden önce de, güvendiği kadim dostu Yozgatlı Müderris Mehmet İhsan Efendi’yi ziyaret ederek, önemli bir vasiyette bulunmuştu: “Şayet dönersem, eksikleri tamamlar basarız. Dönemezsem meali yakarsın” demişti. Bu yazılı vasiyetiyle birlikte el yazısıyla defterlere yazdığı meali de İhsan Efendi’ye teslim etmişti.
İhsan Efendi, 15 Temmuz 1961 tarihine kadar meali kimseye vermez. Soranlara da “yaktım” cevabını verir. Buna karşın hemen herkes “Belki sözü yerini bulsun diye Akif’in bıraktığı evrakı yakmış; fakat daha önce, bir nüsha istinsah ederek saklamıştır” ümidini taşıyordu. Mehmet İhsan Efendi hem orijinal nüshayı saklamış hem de inci gibi rik’a yazısıyla Akif’in tercümesini bir başka deftere geçirmiştir.
İhsan Efendi 1961 yılında hastalığının ağırlaştığı bir dönemde oğlu Prof. Dr. Ekmeleddin İhsanoğlu’nu yanına çağırır: “Oğlum, ben öldükten sonra yerine getirmeni istediğim bir vasiyetim var. Şu dolapta iki tomar defter var. Ben ölünce o defterleri yakacaksın” der.
Mehmet İhsan Efendi’in vefatından sonra 1961 yılında Mustafa Sabri Efendi’nin oğlu İbrahim Sabri Bey defterlerin derhal yakılmasını ister. Ona göre, eğer bu defterler yakılmazsa Türkiye’de Türkçe Kuran diye ilan edilecek ibadetlerde okunacak ve Mehmet Akif’in korktuğu durum gerçekleşecekti.
Nüshaların yakılma sürecinde Türkiye’de 27 Mayıs 1960 sonrasında Türkçe ibadetin tekrar uygulanmak istenmesinin de payının olduğu söylenir.
İlahiyatçı-sosyolog Prof. Dr. Recep Şentürk, Akif’in meali emanet ettiği Yozgatlı İhsan Efendi’nin öğrencisi merhum Mustafa Ruyun’un oğlu Yahya’dan aldığı meali 25 yıldır sakladığını, ancak uygun şartların oluştuğuna kanaat getirince yayınlamaya karar verdiğini söyledi.
Kur’an’ın Berae Suresi’nin sonuna kadar olan kısmını içine alan tercüme; Prof. Dr. Recep Şentürk ile Yrd. Doç. Dr. Asım Cüneyt Köksal tarafından yayına hazırlanmış ve yayımlanmıştır.