Tanzimat süreciyle başlayan ve günümüze kadar süren modernleşme çabalarında dinî kamusal alan, 1950 yılına kadar “reaksiyon”, 1950 ile 2000 yılları arasında “asimilasyon/uyumlaştırma” ve nihayet 2000’den günümüze doğru “kabul edilmiş” bir karakter taşır diye düşünüyorum.
Zaten son çeyrek asırda devlet de kamusal alan da eski katı çizgilerini terk etmektedir.
Yıllarca hem sağcılar hem solcular hem İslamcılar; battık, bittik dediler. Bunun kadar anlamsız bir iddia olamaz. Biz dipdiriyiz ve kendimizi yeni şartlara uyduruyoruz. Muasır medeniyetin üzerine çıkmaya çalışıyoruz. Model de kendimiziz.
“Enseyi karartmaya gerek yok”; 85 milyonluk, hem de vatan duygusu zirvede bir kitle batmaz. Bu sıkleti çekecek bir denizi de bulmak biraz imkansızdır zaten.
Günümüzde, sağcı, solcu ve İslamcı diye tabir edilen akımların kurtuluş reçetelerinden ve alternatif sistem arayışlarından vazgeçtiklerini görüyoruz. Tabi bu akım mensuplarının sermaye ve küresel süreçlere entegrasyonunda yöneticilerin katkısı/etkisi oldukça büyük olmuştur.
Türkiye Cumhuriyeti’nin yüzyıllık serüveninin ana temalarından birisi hiç kuşkusuz ki genelde din, özelde İslâm ve Müslümanlık olmuştur. Cumhuriyet Türkiye’sinde Müslümanlık modernleşme hikâyesi ile birlikte ele alınmalıdır.
Modern Türkiye, Müslüman çoğunluk tarafından kurulan bir devlettir. Cumhuriyetin ilanından, belki Diyanet İşleri Başkanlığının kuruluşundan itibaren Türkiye devleti Sünni bir karakter taşır. Kurucu kadronun da hedefi budur. Kurucu Liderin İzmit konuşmasındaki “Devletin dini İslam’dır” cümlesi de bu düşünceyi perçinliyor.
Buradaki kritik husus laiklik olup, seküler ya da dünyevi olması dolayısıyla devletin belli konularda hassasiyeti vardır. Laik devletin referans kaynağı akıl ve bilimdir. Yönetim anlayışında dine atıfta bulunmaz.
İslâm ise özü bakımından hem uhrevi hem dünyevidir. Rehberi akıl olmakla birlikte esnemeye müsait alanlarda toleransı artar.
Tarih boyunca özellikle Emeviler döneminden başlamak üzere devlet demek iktidar demektir ve bu sürecin dinin araçsallaştırılması adına etkili olduğu da teslim edilmelidir. Devlet kendisini dinî alanın dışına taşımak istese de bunu başaramaz. Yani Türkiye’de din bir şekilde olacaktır. Türk toplumunda devlet ve din birbirinin mütemmim cüzüdür. İsmail Kara; “Türkiye’de hiçbir mesele yoktur ki, İslam’la ilgili olmasın” diyor.
Halifelik tümüyle kaldırılmak yerine “Büyük Millet Meclisi’nin şahsında mündemiç” kılınmıştır.
Ayasofya müzeye çevrilse de imam kadroları her zaman açık tutulmuştur. 2021 yılından beri de yine camidir.
Taksim Meydanı, Taksim Camii’nin yapımından sonra anlam değişikliğine uğramıştır.
Modernleşme bir çeşit, güzelleştirme ve pürüzsüzleştirme projesidir ve burada müphem alanların kalmaması önemlidir.
Türkiye’nin yüzyıllık sürecinde köprünün altından çok sular aktı. Hemen hemen tüm düşünce biçimleri değişti. Şehirleşme, iktisadi dönüşüm, eğitim seviyesinin yükselmesi gibi pek çok unsur toplumun değişmesine kaynaklık etti.
Şu üç hususa hep dikkat çekilir:
Birincisi kurulduğu günden günümüze kadar Türkiye Cumhuriyeti’nin devlet refleksi, organizasyon biçimi, bürokratik yapısı, siyasi modellemesi, iktisadi teşekkülü, kamusal hayatla kurulan dili; modern, batıcı ve laiktir. Aslında modern devletin dili belgedir ve Türkiye’nin bu karakterini anayasa, yönetmelikler ve mevzuatlar üzerinden okumak mümkündür.
İkincisi Türkiye’nin kamusal alan, toplumsal yapı ve dinle ilişkisi yazılı olmayan kurallara göre işlemekte ve kendi yordamında ilerlemektedir.
Üçüncüsü kurulduğu günden bu yana özellikle dindar kamusal alanın devlete yönelik refleksleri, bakış açıları, siyasi duruşları, iktisadi eğilimleri, hatta hayat tarzları büyük oranda devletin kuruluş felsefesinde benimsediği vatandaşlık tipolojisine uygun yürümektedir. Bu açıdan yüzyıllık zaman zarfında modern Türkiye’nin temel kodları aynı kalmıştır. Dindar kamusal alan da sosyolojiye uygun olarak büyük değişimlere uğramıştır.
1950 ile 1990 yılları arasında sadece Türkiye’de değil aynı zamanda dünya çapında meydana gelen dinin etkinleşme durumu küresel birtakım faktörlere bağlıdır. Bununla beraber Türkiye’nin iç göç yoğunluğu dolayısıyla kendine özgü karakteri de vardır. İç göç nedeniyle taşradan şehre doğru yoğun sirkülasyon özellikle 1970’lerde başlamak üzere şehirde dinsel bir canlılık meydana getirmiş, bu canlılık şehirleşmeyle beraber yumuşayıp seküler içerikler kazanmıştır.
Şehirler insanların sadece dinî yönelimlerini değil aynı zamanda karakterlerini de dönüştürür. Taşralı dindarlık şehir bağlamında kısmi bir dinsellik göstermiş, ancak şehrin dönüştürücü etkisi ve küresel birtakım faktörlere bağlı olarak 2000’li yıllardan sonra yeni bir yapıya evrilmiştir.
Esasen Türk toplumu değişmekte ve dönüşmektedir. Kaba bir tanımlama ile reaksiyon sürecinin dinselliği taşralı dindarlıktır, entegrasyon süreci iç göç dolayısıyla şehre gelen taşralı dindarlığın adaptasyon sürecidir. Uyum süreci ise taşralı dindarlığın modern olarak kentlileşmesidir.
Devlet olmadan din olmaz, din olmadan devlet olmaz tezlerini ve din eksenli araştırmaların dönüp dolaşıp devlet meselelerine gelmesini, hatta devlet organizasyonunun yaptığı işlere dini “bulaştırmasını” bu durumun tezahürü olarak okumak mümkündür.