Türklerde devlet anlayışı, hakimiyeti altındaki topraklarda yaşayan halkla kendisini organik bir bütün olarak kabul etmesidir. Diğer bir anlatımla devlet milletin öznesidir. Devletin düşündükleri ve yaptıkları kesinlikle tartışmaların dışındadır. Devletle millet bir vücudun azaları gibidir ve “milli” kavramı altında organik bir bütündürler.
Türk devletlerinde yaşayan halk, dışarıdan birileri vasıtasıyla farklı düşüncelere ve eylemlere sevk edilmedikleri sürece devletle asla sürtüşme içine girmez. Kendisini anayasal bağla devlete bağlı kabul eden herkes Türktür ve birinci sınıf vatandaştır. Çünkü devlet halkın ihtiyaçlarını karşılamak için yapılması gerekli olan şeyleri, gücünün yettiği kadar karşılamaya gayret eden bir yapı olarak kabul edilir.
Tabi bu arada dünya olaylarına müdahil olmak da devletin bileceği bir iştir. Belki bundan ötürü “devletin kalkınması ile toplumun mutluluğunu sağlamak” her zaman siyasetin tekelinde olmuştur.
Günümüzde devletlerin tek tek kalkınma ve büyüme şansları çok sınırlıdır. Bundan dolayı bazen bölgesel, bazen kıtalar ölçeğinde, bazen de bölüşümden daha fazla pay alabilmek adına ekonomik veya siyasi birliktelikler oluşturabilirler. Nitekim 20.yüzyılın ikinci yarısından itibaren NATO ve Varşova gibi oluşumlar meydana getirilmiş iken, şimdilerde BRICS, IMEC gibi yeni ekonomik birliktelikler oluşturmuşlardır. Çünkü ABD ve NATO da, Rusya ve Varşova Paktı da dünyanın başına musallat olmuş birer bela, birer çete, azgın birer emperyal hareketler gibi algılanmaya başladı. Nitekim 1989 yılında Varşova Paktı yıkıldı.
Gerek İsrail gibi devletlerin saldırganlığından, gerekse ABD’nin, dünya devletlerinin parasına çökmesinden (ABD’nin dış borcu diye okunan trilyonlarca doları işi bilenler borç olarak okumazlar, toplanmış haraç olarak görürler) sonra G7 veya G10 etiketi altında gözüken büyük devletler önemli itibar kaybına uğradılar. Şimdi hem bu devletler hem de ekonomik veya coğrafi stratejik önemleri olan ülkeler güçlerini bir araya getirerek yeni projelerde bir araya geliyorlar. Ayrıca bazı coğrafi bölgelerin iktisadi ve siyasi önemi arttığından, özerk birer aktör gibi görülmeye başlandılar.
Mesela BM’e üye olan 193 ülkeden, 70 ülke “Küresel Kuzey” oluşumunu sağlarken, 123 üye ülke ise “Küresel Güney”i oluşturuyor.
Türkiye bu yapılanmadan en rahat faydalanacak bir konumda gözükmektedir. Batı ile Doğu’nun geçiş yerinde, farklı rejim, inanç ve kültürlerin birbirine bağlandığı bir ‘kilit-ülke’ olarak dikkatleri üzerine çekmektedir. Yani farklı unsurları dengelemedeki başarısı nedeniyle hiçbir büyük küresel gücün istemeyeceği ir tarafa, kendi yanına çekmek isteyeceği bir ülke konumundadır.
21.yüzyılla birlikte küresel boyutta yaşanan değişimlerin Türkiye’yi ilgilendiren dört önemli noktası var. Küreselleşme, bilişim teknolojisi, göçler ve modernitenin aldığı yeni şekil.
Çok açıktır ki, dünya ‘küreselleşme’ dinamiği altında yeniden şekillendi. Hatta bir ürünün üretimine esas olan parçaların her bir parçası başka aşka ülkelerde üretilmektedir. Bu durum ürünlerin küresel bazda standardize olmasına engel olmamaktadır.
Önemli noktalardan bir diğeri; teknolojideki büyük sıçramadır. Bilgilenme alanındaki çoğulculuk merkez ülke konumundaki toplumlarla eşitlendiği algısı yaygındır. Artık gelişmekte olan ülkelerin insanları da gelişmiş ülke insanları kadar konuya hâkim olduklarına inanıyorlar.
Dünyada etkisi her geçen gün artan demografik mobilizasyon Batılı modern toplumların dengesini sarstı. Bugün Avrupa’da 20 milyon civarında Müslüman var ve bunların da özellikle ekonomik alanda önemli bir alanı işgal etmeleri bazı felsefik görüşlerin doğru olmadığını ortaya çıkardı. Malum modernlik, lineer anlayışa uygun olarak kendisini tüm kültürler için nihai bir nokta olarak tasavvur etmişti. Zaman içinde bütün ‘geri’ toplumlar modernleşecek ve daha önce modernleşmiş toplumlara benzeyeceklerdi. Ama öyle olmadı.
Modernliğin dünya sorunlarını çözme becerisinin kalmadığı, aksine sorun yaratan bir anlayışı ifade ettiği artık çok rahat görülmektedir. Batı “bizim medeniyetimizden” üstün değildir anlayışı toplumlarda yüksek sesle konuşulur oldu.
Tarihi bir hakikat olarak biliyoruz ki; Türk toplumu “patrimonyal” bir anlayışla, devlet adına hareket ettiğini bildiği her yetkilinin görüşlerini uyulması gereken emirler olarak anlamıştır. Hatta aydın bildiklerimizin büyük çoğunluğu da dahil, Türkiye’nin tamamına yakınının gerçek bir demokrasiden ürktüğünü, onun yerine yerli ve milli bir ‘despotizmi’ tercih edebileceğini düşünebiliriz.
Son yıllarda modern dünyanın takıldıkları akıl dışı ideolojik saplantıları, mesela transçılık, LGBT’cilik gibi saçma-sapan şeyler satılabilir ürünler kabul edilemezler. Hatta Doğu ülkelerinden başka Batı ülkelerinden bazıları da “ne yapıyor bu adamlar?” noktasına geldi ve biz de almayalım demeye başladılar.
Genelde dünyada, çoğunlukla da gelişmekte olan ülkelerin tamamına yakınında çok partili demokrasi modeli artık düzgün bir şekilde işlemiyor. 21.yüzyılla birlikte çok partili demokrasi modeli tüm dünyada büyük ölçüde bir aldatmacaya dönüşmüştür. Halen bu modeli sürdüren ve sürdürmeye çalışan ülkelerde bunu ciddiye alanların sayısı azalıyor. Devletçilik adına özellikle güvenlik bürokrasisi tüm dünyada aşırı bir güce kavuştu.
Bürokrasilerin, ideolojik olarak, silah gücü olarak, ekonomik olarak bu derece güçlendiği bir yerde seçimle gelen politikacılar belki de üzerlerine düşen rolü oynuyorlar.
Bu konu ABD için de, Çin içinde AB ülkeleri için de, diğer ülkeler için de geçerlidir. Batılı devletlerinin dünyadaki egemenlik ve emperyalist ısrarları arttıkça insanlar başka modeller arayışına girecektir. Bundan daha tabii ne olabilir ki…