Osmanlı, 1793’ten sonra özellikle ekonomik kalkınma anlamında daha ziyade maddi uygarlığın peşindedir. Hatta Abdulhamit, Japonya’nın yaptığı gibi Batı’dan teknolojinin alınıp kültür kısmına biraz mesafeli durulmasından yanadır. Tabi bu ne derece mümkündür sorusu o günde bugün de tam cevap bulabilmiş değildir. Ancak 1839 tarihinden beri bir ağırlık merkezi oluşturan Tanzimat-Meşrutiyet kadrolarına karşı saray da kendi çekirdek kadrosunu oluşturmuş durumdaydı.
Kaldı ki “hilafet” fikri de daha çok İngiliz merkezli olup, sonraları beklenen ivmenin aksine dünya savaşına girmeyi engelleyememiştir. Değişik bir ifade ile zarf aynı kalırken mazruf değiştirilmek istenmiş ama arzu edilen şey gerçekleşmemiştir. Modern eğitim kurumlarında yetişen nesil 1908’de sultanı tahtından indirmiştir.
Biyografi yazarı İngiliz tarihçi (Anderw Mango); “Her Türk biraz Atatürk, biraz Abdulhamit’tir” demektedir. Çünkü 1920 sonrasında bazı kurumlar yenilenirken bazı kurumlar da hayatiyetini devam ettirmiştir. Bu konu entelektüel kitlemiz için de farklılık göstermez: Çok iyi yetişmiş bazı aydınlarımız Batı’yı çok iyi bilirken Doğu hakkında yetersiz, bir kısım aydınlarımız da Doğu’yu çok iyi bilirken Batı konusunda yetersizdir. Elbette son 50 yıldır iki yönü de çok iyi bilen, doğu dillerinin yanında Batı dillerini de çok iyi bilen bir kitle oluşmuştur denebilir.
Hangi düşünce akımından olursa olsun, bütün düşünce gruplarını devlete itaat etmeye yönlendiren ana motif; dayanışma ve birlik duygusu ile kader ortaklığıdır. Aslında devlet ile toplum arasındaki ilişkiler sürekli bir değişim içerisindedir. Çünkü dinamik toplumlar bu fikir ayrılıkları ile kalkınma ve değişme figürünü yakalarlar.
Bu arada din ve devlet, kendi hareket alanlarında diğerinin müdahalesi olmaksızın hareket etmektedirler. Ancak 1453 yılından sonra devlet daima dini kontrol altında tutmuştur. Belki son 30 yılda oluşan “sosyal medya” bu işte bir hayli farklı pozisyonların doğmasına neden olmuştur denebilir. Hatta adalet ve ahlak gibi bazı konular toplumun kültürü içerisine meczolduğundan fakihin yerini sosyologlar almıştır diyebiliriz. Kaldı ki, ilmiyenin devletleşmesinden sonra ayrılıktan söz etmek de biraz zorlaşmaktadır.
Türk insanındaki “patrimonyal” anlayışı sonucu, bizde toplum kültürü dini olmaktan ziyade kendine özgü özellikleri olan bir kimlik üzerinden yürümektedir. Yani değişen din değil, toplumdur. Esas mesele bu değişimi anlamaktır zannederim. İslam otorite ayrımı yapmaz, fonksiyon ayrımı yapar. Devlet işte bu değişimi sağlıklı yürütmek için din görevlileriyle işbirliği içerisinde her zaman duruma hakim olmaktadır.
1793 yılından sonra yapılan değişikleri “Batı taklitçiliği” olarak değil, Batı’da oluşan sanayileşme ve onun getirdiği değişime Osmanlı’nın aldığı bir tavır olarak bakmak daha uygun olur zannederim. Yani Müslüman kalarak, Batı medeniyetini içselleştirilme yoluna gidilmiştir. Bu tavır 1856 Islahat Fermanı’ndan sonra değişikliğe uğrayarak “üç tarzı siyaset”in sahne alması ile şekillenmeye başlamıştır. Fikri ayrılıklar 1975’lerden itibaren değişmeye başlamış ve toplum, fikir ayrılıklarını normal kabul ederek yeni bir entelektüel kitle ortaya çıkmıştır.
Marksist ve Leninist grupların bütün gayretlerine rağmen Türkiye’de bir sınıflaşma olmamıştır. Türkiye’de herkes aslında birinci sınıf vatandaştır. Ancak belli ailelerin öncü role soyunmaları da, Turgut Özal’ın akıllı politikaları sonucunda önemini kaybetmiştir. Bu arada Ahmet Ziyaeddin Gümüşhanevi dergahının ortaya koyduğu “milli ekonomi” anlayışını dikkatle incelemek gerekir. İttihatçıların yapmak istediklerini “dini motif” üzerinden millileştirmek olarak isimlendirilecek bu ekol ciddi anlamda tartışılmalıdır.
Son bir not; Türk’ün tarifini Misak-ı Milli’den okumak mümkündür. İslam doğru-dürüst anlaşılmak istenirse, zamanı geçmiş ideolojilerin zaman kaybına neden olduğunu görmek gerekir. Türkiye’de bazı kişilerin, kişisel çıkar ve şöhret için partizanlığı öne çıkardıklarına dikkat edilirse konu daha iyi anlaşılır kanaatindeyim.