Nakşibendilik, Orta Asya kökenli, özellikle Halidiye kolu diğer tarikatlara göre bazı özellikleri olan bir oluşumdur.
Hocalığını Abdurahman Harputi’nin de yaptığı Ahmet Ziyaeddin Gümüşhanevi; 19.yüzyılda emperyalist devletlerin sömürü odaklı hareketlerine karşı “milli ekonomi” akımını başlatarak din-siyaset ilişkilerine sosyal bir veçhe vererek toplumsal bir hareket haline gelmiştir. Ziyaeddin Gümüşhanevi anti-emperyal bir anlayışla Nakşibendiliğin Halidiye kolunu tabir yerindeyse, millileştirmiştir. “İslam otorite ayrımı yapmaz, fonksiyon ayrımı yapar.” formülü işletilerek dini bir akım, sosyal ve siyasal bir yapıya dönüştürülmüştür.
Eski başbakanlar Necmettin Erbakan ve Turgut Özal da bu akımın mensuplarıydılar ve dini özelliklerinden ziyade sosyal ve siyasal yönleriyle hareket ediyorlardı.
Bu iki başbakan da laikliğin devletle ilgili olduğunu, kişilerin laik olamayacakları konusuna vurgu yaparak, laikliğe yeni anlamlar yüklemişlerdir. Değişik bir ifade ile evrensel anlamda kabul edilen anlayışa uygun olarak laiklik konusuna yaklaşıyorlardı.
Nitekim 2002 yılından sonraki iktidar döneminde bu anlayış tabana yayılarak iktisadi ve siyasi olarak da yeni bir toplumsal anlayış gelişmiştir. Bu kitlenin toplumun yarısından fazla sayıda olduğunun altını çizmek gerekir. 2018’den sonra bu konu üzerinde oynamalar yapılmakla birlikte, toplumun artık yeni ve milli bir anlayışı benimsediği rahatlıkla hissedilmektedir.
Gerçi Abdulhamit döneminde ve daha sonra tek parti döneminde sosyal ve siyasal kargaşaya mani olmak için siyasi hürriyetler kısıtlanmıştır. Meşrutiyet yönetimlerinden itibaren çok çaba sarf edilmesine rağmen demokrasi yerleşmemiştir. Zaman zaman kesintiye uğramakla birlikte demokrasinin 1980 sonrasında hızla gelişmeye başladığını tespit edebiliyoruz.
Osmanlı döneminde devletin hâkimiyeti altına giren gayrimüslim kitlelere din, dil ve kültür konusunda birtakım haklar tanınmıştır ama devlet idaresine girebilmek için Müslüman olma şartı hiç değişmemiştir. Devşirmeler ve ihtida edenler en güzel örneklerdir. Hatta Fatih, milli devlet kimliğini daha da genişleterek onun da üstünde yeni bir “Müslüman Devleti” oluşturmuştur. 1517 yılında devralınan Hilafet Kurumu dahi bu yapıyı değiştirememiştir.
Dini akımların temeli olan “tüme varım” iyice anlaşılmadan, Müslüman toplumlardaki değişmeleri anlamak pek mümkün görünmemektedir. Günümüzdeki yeni orta sınıfın meydana çıkışına dikkatle bakarsak aynı gelişmeleri görürüz. Bu konuyu en iyi en ilk fark eden Turgut Özal oldu. Hemen KOBİ temelli çıkışlarla milli gelirin tabana yayılmasını sağlayacak bir metotla Anadolu’yu kalkınmanın önemli unsuru haline getirdi. O, köyleri şehirlere taşımak yerine, şehrin imkânlarını köylere taşıdı. Bütün köylere elektrik götürülerek buzdolabı, çamaşır makinesi, televizyon, yayık ve benzeri elektronik ürünleri köylere taşırken, fabrikaların çalışma kapasitelerini yükseklere çekti ve ülkede işsizliğin de önünü aldı. Böylece toplumsal değişimin (transformasyon) önünü geleneksel yapılar eliyle, tümevarım metodu üzerinden gerçekleştirdi. Sonuç itibariyle; kırsal kesim de kurulu düzenin kültürel ve sosyal standartlarını kabul etmiş olmakta ve ülke kalkınmasına yalnız bireysel üretimle değil, ülke genelinde üretimin önemli bireyleri olmak anlamında aktif bir pozisyon aldılar. Eğer il özel idareleri konuyu tam kavrayarak hareket edebilseler, bu değişim sayesinde ülkede işsizlik en az beş puan aşağı düşer.
Burada devlete ve devleti yönetenlere düşen en önemli görev; rasyonel düşünme, akılcı politikalar üretme ve devleti ve toplumsal yapıyı kendi öz malı gibi koruma kollamadır.
Böylece, kurumsalmış yerel adetler hayat anlayışları görünürlük kazanır ve toplum bundan karlı çıkar. Sonuçta din de daha küresel bir boyut kazanarak birleştirici bir ideolojiye dönüşür.
Dünyadaki bütün uyanış ve kalkınma hareketleri biraz da sufi kökenlidirler ve bu nedenle, konunun dikkatle ve hasmane olmayan bir tutumla yeniden anlaşılması gerekir.