Muhiddin-i Arabi’nin anıldığı birçok isim var. İbnü l-Arabi, Şeyh-ül Ekber, Sultan ül-Arifin, Hatem-i Evliya olardan bazılarıdır.
İbnü’l-Arabî, genelde “Şeyh’ül-Ekber” unvanıyla anılır. Miladî 1165’te İspanya’nın Mürsiye şehrinde doğmuş ve 1240 yılında Şam’da vefat etmiştir. Muhiddin-i Arabi, cömertliği ile meşhur Hatem-i Tai’nin kabilesine mensuptur.
Babası onu Kurtuba’ya İbni Rüşd’e gönderir. İkisi de birbirinden hoşlandılar ama, Arabi’nin gördüğü bir rüyadan sonra, Arabi bu rüyayı meşrep ayrılığına yordu ve bir daha İbni Rüşd’le görüşmedi. İbni Rüşd, onun zahiri Batıni ilimleri barıştıracağına kanaat getirmişti. Zaten Arabi de; “Hakikat ister feylesof tarafından kaşif ve ilham yolu ile elde edilmiş olsun, isterse mukaddes kitaplar tarafından telkin edilmiş olsun; müsavidir (eşittir); yeter ki hale ve makama uygun olsun” diyor.
1201 yılında haccetmek niyetiyle Mısır yolu ile Mekke’ye gidiyor. Meşhur eseri “Futuhat-ı Mekkiyye” adlı önemli eserini orada yazıyor. Sonra da önce Bağdat’a oradan da Musul’a gidiyor. Daha sonra Konya’ya geliyor ve Şeyh Mecidüddin İshak’ın sekiz yaşında bir yetimi (Sadreddin Konevi) ile dul kalmış eşiyle evleniyor. Bu yıllar Sadreddin Konevi’nin de hayatının sonuna kadar şekillendiği ve Şeyh-i Kebir unvanını aldığı yıllardır. (Füsus ül Hikem’in ilk şarihi de Sadreddin Konevi’dir.) Konevi’nin akranı Mevlana’dır.
Arabi, Konya’dan Şam’a giderken Malatya’da bir süre kalır ve orada da evlenir, oğlu Muhammed Saadeddin dünyaya gelir.
Şeyh, o dönemde şarkın en büyük ilim merkezi olan Şam’a gelir. Burada çok seveni kadar çok da muarızı olur. Hatta ona küfür isnatları olur. Ne yazık ki şeyh’in 1240 yılında vefatından günümüze kadar da lehte ve alehte iki zümrenin mücadelesine şahit oluyoruz.
Kabrinin yeri daha önce bilinmezken, Sultan Selim Han Suriye’yi fethedip Şam’a girince kabri bulunmuş ve üstüne türbe yapılmıştır. Meşhur ifadesiyle “sin” “şın”a dâhil olunca (Selim Şam’a girince) ifadesi o zaman anlaşılmış.
Tarihteki her düşünce sisteminin kaynağı üstün vasıflı bir şahıs ve onun ürettiği bilgi yumağıdır.
Zaten itikat kitapları da bilginin kaynağı üçtür diyorlar. Beş duyu, nakil ve akıl.
Yazının konuğu Muhiddin-i Arabi’ye göre ise; bu tasnif kusurludur, çünkü beş duyu yanılabilir, akıl tam bağımsız değildir. Şeyhul Ekber’e göre bilginin asıl kaynağı kalptir, çünkü gönül de denilen “kalb, hane-i hass-ı ilahidir, bu beyt-i celil temaşayı cemal-ı layezale (sonsuz güzelliğe) ayine olmak üzere dizilmiştir.” Netice itibariyle kalb akıldan üstündür diyor üstad.
Zaten bütün mutasavvıflar, en salim yol olarak keşif ve ilhamı benimsemişlerdir. Bunun da yolu Kur’an ve Sünnet olup, onları yaşamakla elde edilir.
Muhiddin-i Arabi, elliden fazla alim ve üstatlarla, büyük velilerle görüşmüştür. Hatta Abdul Kadir Geylani’ye varan meşhur Cemalüddin Yunus binYahya-l Kasar ile Tilmisanlı Ebu Medyen Salih’e intisab emiştir.
Abdul Kadir Geylani’nin “Benden sonra Mağrip diyarında aziz bir zat zuhur edecektir, bu hırkayı ona teslim ediniz” vasiyeti üzerine, vereseleri tarafından bu hırka ona teslim edilmiş, sonra da manevi oğlu Konevi’de kalmıştır.
Abdulvahab-i Şarani, “Tabakat ül Kübra” adlı eserinde, şeyhin kendisinden iki yüz sene sonra gerçekleşecek olan İstanbul’un fethini zaman ve şekil olarak haber verdiğini yazmaktadır.
Şeyh’in beş yüze yakın eserinden üç yüze yakını Mekke kütüphanelerindedir.
Celaleddin Süyuti, Seyyid Şerif Cürcani, Mevlana gibi çokça alimlerle birlikte ülkemizden de İbni Kemal, Ebussuud Efendi, Gelenbevi, Katip Çelebi gibi zatlar da onun takipçileridir. Bunu yanında İbni Teymiye, İbni Haldun, Teftazani, Aliyyül Kari, Muhammed Halebi ve Cevvizade gibi birçok alim de onun aleyhindedirler.
Şeyh, Füsus ül Hikem’i, rüyasında Hazreti Peygamber’in emri ve izahı doğrultusunda yazdığını ifade ediyor. O, bu eserinde “Vahdet-i Vücud” zaviyesinden her peygamberin temsil ettiği hikmetin izah ve analizini yapmaktadır.
Vahdet-i Vücut nazariyesinin temel dayanakları; “Zat-i Mutlak kendisini eşya ve kainat suretinde açığa vurmuştur. Zahir, Batın, Evvel, Ahir hep O’dur ve ondan başka varlık yoktur. Onun varlığı dışında hiçbir varlık düşünülemez. Çünkü Vücud birdir” diyor.
Bediüzzaman said-i Nursi Hazretleri de Muhittin-i Arabi için “harika insan” nitelemesi yapıyor.