Batı’da üretilen kavramları ülkemiz insanına sevimli göstermek adına Türkiye’de sağ ve sol akım mensubu fikir üreten entelektüeller bu kavramların yerine yerli kavramlar ürettiler.
Bu konu üzerindeki çalışmalar 1904 yıllarında başlamıştır. Özellikle Yusuf Akçura’nın “Üç Tarz-ı Siyaseti” ve Ziya Gökalp’in “Türkleşmek, İslâmlaşmak, Muasırlaşmak” makalesi hiç şüphesiz bu ülkedeki modern düşüncenin en önemli metinleri arasındadır. Yazıldıkları tarihten günümüze kadar aşağı yukarı bir asırdan fazla bir zaman geçmesine rağmen, bu iki esere yeniden bakma ihtiyacı duymak meselenin süreklilik gösterdiğinin işaretidir.
Üç Tarz-ı Siyaset, 1904 yılında, Kahire’de yayımlanan Türk isimli gazetede, üç bölüm hâlinde yayımlandı ve Yusuf Akçura böylece günümüze kadar devam eden bir tartışmanın ilk fitilini ateşlemiş oldu.
Ziya Gökalp’in makaleleri 1913-14 yıllarında Türk Yurdu mecmuasında yayımlamıştır. “Türkleşmek, İslâmlaşmak, Muasırlaşmak” serisinin ilki, “Memleketimizde üç fikir cereyanı vardır.” cümlesi ile başlamaktadır.
Önemli bir not; 1923 yılında “muasırlaşmak-muasır medeniyet” repliği, 1932 yılında “muasır medeniyetlerin üzerine çıkmak” diye revize edilmiştir.
İsmet Özel de 1978 yılında çıkardığı ‘Üç Mesele’ adlı kitabında ‘teknoloji, medeniyet ve yabancılaşma’ kavramları için; dünyanın işleyişini kontrol eden egemen gücün kontrolünden çıkabilme şartı olarak, farklı bir değerler sistemi içinde kendi dünyasını kurma gerekliliğini dile getirmektedir.
Benzer şekilde sekülerizmi Türk toplumuna sevimli göstermek adına “milli sekülerizm” Batıcılık için “milli Batıcılık” hatta Batı tipi giyim tarzı için de “milli moda” adı altında “milli” kavramı bir sos olarak kullanıldı. Bu isimlendirmeler toplumu kesmediği için, yelpazenin sağ tarafındaki siyasetçi ve düşünce adamları tarafından, hem de bir darbenin desteğinde “Türk-İslam Sentezi”, “Doğu-Batı Sentezi” ve “Müslüman-Demokrasi” kavramları icat edilmiştir. Bu girişimlerin sahipleri toplum tarafından; Batı ve Batılılaşma kavramlarını derinliğine anlayamamış Batıcılar veya herkesi kör âlemi aptal sanan maşalar olarak tanımlamışlardır. Çünkü sentezin zıtlar arasında olacağını bilen toplum katmanları bu kavramlara iltifat etmemiştir.
Aydınlar Ocağı kaynaklı Türk-İslam sentezine Süleyman Demirel şu şerhi düşmüştü: “Evet, hem Türk hem Müslüman olabilirsiniz; ama biraz ondan, biraz ondan olmaz. Birtakım büyük kavramları anlaşılması güç hale getirmekte yarar yoktur.” (Tanıl Bora, Demirel, İletişim Yayınları, İstanbul, 2023)
Türkiye’deki laiklik, esas itibariyle Fransız tipi laiklik olup din ile mesafeli olduğundan onu “milli” sosla bezeyip, sekülerizm/dünyevileşme olarak topluma sunmuşlardır. Türkiye Cumhuriyeti vatandaşlarının dini vardır ve büyük çoğunluğu İslam’dır. Belki bu nedenle olsa gerek; milli sekülerizm’e aynı zamanda milli mutabakat etiketi yapıştırılmıştır.
Batı, bu kavramlaştırmaları belli bir seviyeye taşıdıktan sonra “dünya hâkimiyeti” idealini gerçekleştirmek için; “Dünya tekil mi olacak, çoğul mu?” şeklindeki sorusunu siyasi arenaya yöneltmiştir. Esasta medeniyetler interaktif olduklarına göre “tekil dünya” mümkün değildir diye düşünülebilir. Bu tür anlayışa “açık medeniyet” adını veriyor bazı sosyologlar. Gerçek durum da öyle mi?
Dünyada büyük değişim ve dönüşümlerin esas faili olan “Sanayi Devrimi”nden önce yeryüzünde “çoğul” bir dünya anlamında birçok medeniyet vardı. Doğu medeniyeti, Hint medeniyeti, İslam medeniyeti, Batı medeniyeti vd. Hatta bu medeniyetler de kendi içlerinde birçok alt dallara (belki de kültür yapılanmalarına) ayrılabiliyordu.
Medeniyet konusu üzerine çalışan bilim ve düşünce adamları, ismini bildiğimiz yirmi altı medeniyetten günümüzde ancak altı tanesi kalmıştır diyor. Sonra da şu notu düşüyorlar; “Dünya medeniyetlerini tekil hale getirmek çabasındaki Batı medeniyetinin tek alternatifi İslam Medeniyeti’dir.” Çünkü tamamen madde merkezli olan Batı Medeniyetine karşılık, insan merkezli tek medeniyet “İslam Medeniyeti”dir. Nitekim Osmanlı’da altı medeniyet ve onlarca etnik yapı imparatorluk bünyesinde asırlarca birlikte ve uyum içerisinde yaşamışlardır.
En sıradan insanından en tepedeki insana kadar, kendi toplumunu mutlu eden ülkeler “ en tutarlı toplum” olarak kabul ediliyor. Bu konu yalnız sanayileşmeyle ilgili olmayıp, daha çok gelirin adil dağılımı ile ilgili olduğu dikkatlerden uzak olmamalıdır. Nitekim günümüzde teknolojik gücü yüksek, mutluluk göstergeleri düşük birçok ülkenin var olduğunu rahatlıkla görebiliyoruz.
Tekelleşmeyi sağlayan esas gücün sanayileşme olduğu artık kabul ediliyor. Bundan dolayı da yalnız ekonomik yapılar değil, kültür değişmeleri de sanayileşmeden önce ve sanayileşmeden sonra diye tasnife tabi tutulabilirler.