HABİB KARAÇORLU

DEMOKRASİ GEÇMİŞİMİZ VE TOPLUMSAL DEĞİŞİM

Ülkemizde 14 Mayıs Pazar günü gerçekleştirilecek Cumhurbaşkanlığı ve milletvekili seçimlerine çok az bir süre kaldı. Cumhurbaşkanı adayları seçim çalışmalarını yurt sathında yüksek bir tempoyla sürdürürken, milletvekili adayları da kendi seçim bölgelerinde seçilebilmenin mücadelesini veriyorlar. Bu yazımızdan önceki son üç makalede “Bu günlere nasıl geldik?” başlığı altında ülkemizdeki gerek yönetim ve gerekse toplumsal açıdan yaşanan değişim ve dönüşümleri ele alarak bu konulardaki toplumsal hafızamızı bir nebze yenilemek istemiştik. Ne yazık ki millet olarak hafıza yönünden çok zayıfız. Nedendir bilinmez, çektiğimiz acıları, yaşadığımız tecrübeleri ve bize yanlış yapanları çok kısa sürede unutuyor ve bu nedenle defalarca yanlış tercihlerde bulunabiliyoruz.

Türkiye siyasi tarihinin, 1908 yılındaki II. Meşrutiyetin ilanından bu güne kadar geçen 115 yılı içerisinde aslında ideolojiler, siyasi teşekküller, siyasi aktörler ve usül ve esaslar açısından fazla bir değişimin olmadığını, değişen şeylerin sadece isimlerden ibaret olduğunu burada bir kez daha belirtelim. Siyasi teşekkül ve kadroların benimseyerek topluma sunduğu görüş ve düşüncelerin her dönemde yeni söylem ve ifadelerle tekrar edildiğini de görmekteyiz. 20.yüzyılın başında Osmanlı coğrafyasında aydınlar ve siyasilerin hararetle savunduğu, Türkçülük / Turancılık, İslamcılık, Osmanlıcılık, Batıcılık ve Adem-i Merkeziyetçilik (İmparatorluğun eyaletlerine (yönetim alanında) daha geniş yetkiler verilmesi esasını konu alır) gibi fikir akımları günümüzde de çeşitli siyasi partilerin çatısı altında varlığını sürdürmektedir. Cumhuriyet döneminde bu fikir akımları 1923-1950 yılları arasındaki tek partili dönemde bir süre temsil edilemese de çok partili hayata geçtikten sonra kadrolaşarak siyasi liderler ve partilerce temsil edilmişlerdir. Toplumu oluşturan fertler kendi inanç, düşünce, karakter ve yönelimlerine göre dönemlerindeki siyasi partileri benimsemiş ve desteklemişlerdir. 14 Mayıs 1950 seçimleri ile iktidara gelen Demokrat parti döneminde, 1950 ve 60 arasında toplumda siyasi kutuplaşma tırmanmış ve bu gerilim 27 Mayıs ihtilalı ile sonuçlanmıştır. Darbecilerin hazırladığı 1961 anayasası ile çeşitli hak ve özgürlüklere kavuşan toplumda bazı kesimler bu konuda sınırı aşınca ardından 12 Mart 1971 askeri muhtırası ile sivil yönetim görevden uzaklaştırılarak askerin vesayetinde olan yeni hükümetlerle ülke üç yıl baskıyla yönetilmiştir. 1968 yılında başlayan öğrenci hareketleriyle ülkede sağ-sol kavgası başlamış, bu çatışmalar tüm ülke çapında yaygınlaşarak “anarşi” olarak adlandırılan sokak çatışmalarına dönüşmüştür. Kurtarılmış bölgeler olarak ifade edilen üniversite, okul, mahalle ve köylere kadar kamplaşma ve kutuplaşma devam etmiş ve Sivas, Malatya, Kahramanmaraş ve Çorum gibi şehirlerde mesele Alevi-Sünni çatışmasına kadar sürüklenmiştir. Resmi kayıtlarda 5 bin, ancak tanıkların ifadesine göre daha çok insanın katledildiği bu mahallî ve genel çatışmalar 12Eylül askeri darbesi ile sonlandırılmıştır. Darbenin lideri, ABD’nin “bizim çocuklar” diye tanımladığı, dönemin Genel Kurmay Başkanı Kenan Evren sonradan yaptığı bir açıklama, daha doğrusu itirafında: ” İhtilalın olgunlaşması için iki yıl bekledik.” Demiştir.  Anlaşılan oydu ki, aslında yaşanan tüm sağ-sol çatışmaları dış güçlerin içerideki işbirlikçileri ile birlikte tezgâhladığı bir oyundan ibaretmiş. Bu oyunun farkında olarak kendi gençlik tabanını olaylardan uzak tutmaya ve uyarmaya gayret eden Milli Selamet Partisi’nin lideri Necmettin Erbakan haklı çıkmış, o ve dava arkadaşları yargılandığı askeri mahkemede berat etmişlerdir.

Türkiye üzerinde oynanan oyunlar 1980 ve 1990’lı yıllarda da devam etmiştir. 1984 sonbaharında gerçekleştirdiği Eruh ve Şemdinli baskınlarıyla ismini duyuran PKK terör örgütü Doğu ve Güneydoğu illerinde yaptığı baskınlarla ülkemiz için büyük bir sorun haline gelmiş ve bu konu her zaman partiler tarafından siyaset malzemesi yapılmıştır. Bölgede güçlenen Kürtçülük akımı karşısında çözüm üretemeyen sağ çizgideki siyasiler önce “Kürt sorununu” tanıdıklarını ifade etmiş, daha sonra da terörle mücadele etmek zorunda kalmışlardır. ANAP, Doğruyol ve Ak Parti iktidarları döneminde aynı yol ve yöntemler hep tekrar etmiştir. Bu konuya farklı bir bakış açısıyla yaklaşan dönemin Refah Partisi lideri Necmettin Erbakan 24 Şubat 1994’te Bingöl’de yaptığı konuşmada: “ Bu ülkenin evlatları asırlar boyu mektebe başlarken besmele ile başlardı. Siz geldiniz bu besmeleyi kaldırdınız. Ne koydunuz yerine? Türküm, doğruyum, çalışkanım. E, sen bunu söyleyince öte taraftan Kürt kökenli bir Müslüman evladı, ya öylemi? Ben de Kürdüm,  daha doğruyum, daha çalışkanım deme hakkını kazandı ve böylece siz bu ülkenin insanlarını birbirine yabancılaştırdınız.” Diyerek aslında sorunun temelinde neyin olduğunu bu coğrafyanın ve tarihinin gerçekliği açısından çok güzel ifade etmiş, ancak bu konuşması nedeniyle yargılanıp siyasi yasaklı hale getirilmiştir. Türkiye’nin bu çok önemli sorunu karşısında konunun silahla çözüleceğini savunanlar her defasında hayal kırıklığı yaşamışlardır. Meselenin derinine inmeden hem bu konu ve hem de ülkemizin diğer önemli problemleri asla çözülemeyecektir. Sistemden kaynaklanan sorunları tartışmaya yüreği yetmeyenler, sistemin sorunlarından beslenenler ve günü birlik politikalarla halkı oyalayan siyasetçiler sayesinde hem bu mesele ve hem de ülkemizin başta adalet olmak üzere eğitim, kültür, sağlık, ekonomi ve sosyal problemleri her geçen daha da derinleşerek müzminleşmektedir. Tüm halkı ilgilendiren sorunlar karşısında milli bir mutabakat kurmak, bir söylem geliştirmek yerine, kutuplaştırıcı, ayrıştırıcı, bölücü ve itici söylemleri kullanan siyasetçiler bu yöntemi başarı elde temek için daha avantajlı görmüşlerdir. Irk, mezhep, ideoloji ve diğer toplumsal farklılıkları ülkenin bir zenginliği olarak değil, siyasette rant toplama kaynağı olarak algılayanlar çoğu zaman bunun primleriyle varlıklarını sürdürmüşlerdir. Halkın önemli çoğunluğunun din, kültür, tarih, siyaset ve hukuk başta olmak üzere, ekonomi, dış politika ve diğer toplumu ilgilendiren meselelerde bilgi eksikliğinden istifade ederek halkı kendi arzuları istikametinde siyaseten kanalize edenler düşünen, araştıran ve sorgulayanlardan her zaman rahatsız olmuşlardır.

14 Mayıs seçimleri belki de ülkemiz açısından önemli bir dönüm noktası olacaktır.  Kim kazanırsa kazansın, bu ülkenin başta din ve kültür olmak üzere hukuk, eğitim, ekonomi ve tüm konularda milli bir mutabakata ihtiyacı vardır. Bu ülkenin insanları tüm problemlerini insanca bir araya gelip oturup medenice konuşmak ve tartışmak zorundadırlar. Hukuk, adalet, diyanet, eğitim, kültür, savunma, dış politika, ekonomi, tarım, sanayi, üretim ve kalkınma konusunda ortak bir metinde karar kılıp, ortak hareket etmek zorundadırlar. Bu ülke halkı ırk, mezhep, ideoloji ve siyasi tartışmalarla çok yorulmuştur. Gençlik giderek gelecekten endişe etmektedir. Gençlere sorunsuz, umut vadeden güzel bir ülke teslim etmek zorundayız. Herkes önce kendisini bir gözden geçirsin, kendi kusur ve hatalarına odaklansın, önce iğneyi kendinse batırsın, sonra başkalarını eleştirsin. Rabbim bize ilahi rızasını arayan, rızasına uygun bir hayat yaşamayı arzulayan bir şuur nasip eylesin, fitne-fesatçıların, nifakçıların ve şeytanlaşmış tağutların şerlerinden muhafaza eylesin. Amin.

DEMOKRASİ GEÇMİŞİMİZ VE TOPLUMSAL DEĞİŞİM

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Bizi Takip Edin