(NOT: Daha önce yazıp paylaştığım bir makalemi, önemine binaen tekrar paylaşmak istiyorum. Maalesef bugün, Müslüman adını alan 1.5 milyar insan, ilahi yasalara göre hareket etmedikleri için, 10 milyonluk İsrail karşısında zelil duruma düşmüştür. Dilerim bu alçakça yapılan savaştan, Müslüman toplum ders çıkartır, aklını başına alır.)
Kudüs’ün tarihi çok eskilere MÖ IV. Yüzyıl öncesine dayanmaktadır. Kadim Mısır metinlerinde Ken’an site devleti olarak bilinir. Mezmurlar’da Davud Şehri (Sion) olarak geçer ve bu şehir Tanrının meskeni ve krallık merkezi olarak kabul edilir. Dolayısıyla krallık ve ibadet merkezi oluşu Hz. Davud’la başlamaktadır.
Ardından Hz. Süleyman’ın Kudüs’te bir mabed inşa etmesi, (Museviler) buranın Davud’un krallığının ebediyen devam edeceğine ve Tanrının ebedi mekanı olarak kalacağına inanılmaktaydılar.
Yahudi şeriatında Kudüs, hem hac ibadetinin yapıldığı ve hem de kurbanların takdim edildiği yerdir. Yahudiler daha sonraları Kudüs’le yetinmez, “arz-ı mevud” kavramıyla dile getirdikleri ve bizzat Tanrı tarafından kendilerine va’d edilmiş bölgede geniş bir toprak parçasına sahip olduklarına inanmaktadırlar.
İncillerde de Kudüs geniş bir yer işgal etmektedir. Hz. İsa burada tebliğine başlamış ve burada çarmıha gerilmiştir. Dolayısıyla onlar için de kutsal bir mekandır.
Kudüs, 638 yılında Hz. Ömer’in fethetmesine kadar Suriye ve Filistin bölgesi olarak Bizans’ın elindeydi. Hz. Ömer, Kudüs halkıyla bir anlaşma yaparak burayı Müslüman topraklarına kattı. Burada Hz. Ömer, bir mescit inşa ettirdi ve pek çok sahabi buraya yerleşti. Daha sonra Emeviler döneminde Abdulmelik, buraya Kubbetüssahra adında bir mescit yaptırttı. Bu mescide daha sonra “Mescidul Aksa” adı verildi. Bazı rivayetlere göre (Yakubi tarihi) Abdulmelik, müslümanları hac için Mekke yerine Kudüs’e yöneltmek amacıyla bu mescidi inşa ettirdiği kaydedilmektedir.
Kudüs, Abbasiler döneminde de hem mimari ve hem de ilim merkezi olarak hayatiyetini sürdürmüştür. 970- 1071 yılları arasında bir asırlık süreyle Fatımiler’inhakimiyetinde kaldı. Kudüs, Fatimilerden sonra yaklaşık 25 yıl Selçuklular idaresinde kaldı ve 1099 yılında Haçlıların eline geçti.
Hz. Ömer, Kudüs’ü fethettiğinde Yahudi ve Hıristiyanların can güvenliğini koruma altına almıştı; ama Haçlı Hıristiyanları Kudüs’ü aldıklarında hem Müslüman ve hem de Musevilerin neredeyse tümünü öldürdüler. Haçlı Hıristiyanların bu zulmü, 1187 yılına, yani Selahaddin Eyyübi’nin Kudüs’ü geri almasına kadar devam etti.
Kudüs, 145 yıl Haçlıların hakimiyetinde kaldıktan sonra Mısır Eyyübilerinin eline geçmiş oldu. Yaklaşık 150 yıl Eyyübilerin hakimiyetinde kaldıktan sonra, 1253 yılında Memlüklerin eline geçti. 1500 yıllarına gelindiğinde, Memlüklerin ekonomik olarak zorda kaldıkları ve Kudüs’te asayişi sağlayamadıkları görülünce, Yavuz Sultan Selim, Mercidabık savaşı ile Suriye’ye girer ve ardından Kahire’deki Memlük yönetimine son verir ve böylece Kudüs’e de hakim olur.
1838 yılında İngiltere Kudüs’te konsolosluk açtı. Fransa, Avusturya ve Rusya İngiltereyi takip etti. Misyoner faaliyetleri de hız kazandı. Patrikler (yüksek rütbeli piskoposlar) de Avrupa’dan yavaş yavaş Kudüs’e taşınmaya başlandı.
XIX. Yüz yılın ikinci yarısından itibaren Avrupa kökenli kuruluşlar Kudüs’te yatırımlarına hız verdi. İngiltere bir yandan Yahudilerin hamiliğini üstlenirken, diğer yandan Protestan Hıristiyan nüfusunu oluşturmaya çalıştı. Fransızlar Katolik cemaatler, Ruslar da Ortodoks cemaatler üzerinde yoğunlaşıyorlardı.
1870, 1882 ve 1905 te büyük Yahudi göç dalgaları Kudüs’ün nüfus yapısını değiştirdi. 1917 yılına gelindiğinde İngiliz askerleri Kudüs’e girerek yaklaşık 1200 yıllık Müslüman yönetimine son verdiler. İngiliz yönetimi bir şekilde 1948 yılında İsrail devletinin resmen kurulmasına kadar devam etti. İsrail, 1950 yılında batı Kudüs’ü işgal edip başkent ilan etti. Daha sonra da Doğu Kudüs ve tüm Kudüs’ü ele geçirmeye çalıştı, çalışmaktadır. (Kay. İsl. Ansk.)
Kudüs’ün bu serüvenini verdikten sonra, şunu belirtelim ki Kur’an’da Hz. Musa’nın bizzat kullandığı belirtilen “mukaddes toprak” İslam toprağıdır. İnancımıza göre bütün peygamberler Müslüman olduğuna göre bulundukları topraklar da İslam topraklarıdır; ancak İslam topraklarında sadece müslümanlar değil, her çeşit inanca sahip insanlar yaşayabilir. Zaten İslam, barış, özgürlük ve esenlik demektir. Her birey, başkalarının haklarına zarar vermediği sürece inancını ve sahip olduğu dini rahatlıkla yaşar.
Bugün kabul etmek gerekir ki Peygamberlerin yaşadığı ve dolayısıyla kutsal kabul edilen Filistin ve civarında sadece Müslümanlar değil, Yahudi ve Hıristiyanlar da yaşamaktadır. Onlar da Allah’a ve Peygamberlere (hepsi olmasa da) inandıkları için bu toprakları kendileri için de kutsal görmektedirler. Kabul etmek gerekir ki bu da onların en doğal hakkıdır. Yine kabul etmek gerekir ki Hz. Ömer’in Kudüs’ü fethetmesinden bu yana Kudüs’te her üç dinin müntesipleri yaşamaktadırlar. Hz. Ömer, onları yurtlarından çıkartmadan ve onlara zarar vermeden antlaşma yoluna gitmiştir.
Yaklaşık son bir asırdır bu topraklardaki sorun, asimile ve yok etme sorunudur. Yapılması gereken şey, her üç dinin müntesipleri arasında diplomasi yoluyla adil ve kalıcı bir antlaşma yapmaktır. Bağırıp çağırmakla, intifada hareketiyle, taş atmakla, Filistinli gençleri öne sürüp şehit ettirmekle vs. bu sorun çözülmez. 60-70 yıldır da bu metotla başarı sağlanmadığı ve gün geçtikçe nerdeyse tüm Filistini kaybettiğimiz ortadadır. Eğer bunlar iyilikten, barıştan, hak ve adaletten anlamaz derseniz, o zaman yapılacak iş, çalışıp maddi güce ulaşmak, güçlü lobiler oluşturmak, bilim adamları yetiştirerek teknolojik güce ulaşmak, Müslümanları, sorumluluklarını taşımaları için doğru bilgilendirmek ve bölünmüşlüğü sona erdirerek islam birliğini sağlamaktır.
Yapılacak iş, tüm Müslüman ülke ve bireylerini “ümmet” çatısı altında toplamayı başarmaktır. Bunu başaramadığımız sürece, birbirimizle mezhep, hizip, fırka, cemaat, grup vs. üzerinden kavga edip durdukça, her türlü zilleti hak etmiş duruma gelmiş olacağımızı unutmamalıyız.
Tüm Yahudi lobileri Yahudilere destek verirken, Cuma günü namaz çıkışı seslerini duyurmak ve Kudüs için “biz de varız” demek için bir araya gelen Müslümanların, küçük bir şehirde bile “senin örgütün değil, benim örgütüm açıklama yapmalıdır” diyerek birliğe katılmamaları üzücü ve olaylardan halen ders çıkartmadığımızın belgesi olmuştur.
Allah’tan, “hepiniz toptan Allah’ın ipine (yoluna) sarılın, ayrılığa düşmeyin” Kur’an ayetine kulak vererek aklımızı doğru kullanmayı, feraset ve hikmetle olaylara yaklaşmayı idrak etmeyi bizlere kolay kılmasını dilerim.
Selam ve sağlık dileklerimle…