Bilim ile ilim arasında ayırımın yapılması doğru olmadığı gibi, din ile bilim arasında da bir ayırım yapılamaz; zira akıl ve deneye dayalı olan bilim, Allah’ın tekvini kitabı olan kainat ayetlerini (dini) inceler. Allah’ın tenzili ve tekvini kitapları arasında bir çelişkinin olması nasıl imkansız ise, din ile bilim arasında çelişki de imkansızdır. Esasen bilim, dinin bir parçasıdır. Dolayısıyla din ile bilim arasında da asla bir tezat yoktur ve biri diğerine engel teşkil etmez.
Peki, ilim/Bilim ile din arasında çatışmanın olduğu nasıl uyduruldu?
Tarihe baktığımızda, bu düşüncenin ortaçağ Kilise inancına ait olduğunu rahatlıkla görebiliriz. Bilindiği üzere Ortaçağ’da tahrif edilmiş bir Hristiyanlık dini vardı. Bu dinin merkezinde kilise, yani din adamları vardı ve ayrıcalıklı bir statüye sahiplerdi. Avrupa’da devlet yapısına bile bu din adamları hakimdi. Kilisenin koyduğu kurallar ve din adamlarının sözü otorite kabul edilirdi.
İşte bütün ilmi ve bilimsel çalışmaları denetleyen o dönemin din adamları, yapılan birçok bilimsel çalışmayı –dine aykırı görerek- yasaklamış ve bilim adamlarını da cezalandırmıştır.
Bilim ve kilise arasındaki çatışmayı en net gösteren olaylardan biri Galileo’nun cezalandırılmasıdır. Din adamları (Kilise), Galileo’nun fikirlerini kutsal kitaba aykırı bularak, 1633 yılında yargılamış ve ömür boyu hapse mahkum etmiştir.
Kabul etmek gerekir ki bilim/ilim geliştikçe, ona paralel olarak insanların “din tasavvuru” da olumlu yönde değişmektedir. Rönesansın bilimsel devrimi, nasıl Ortaçağ Hristiyan din tasavvurunu değiştirdiyse, Müslümanların bilim/ilimde ilerlemesi de Müslümanların din tasavvurunu olumlu değiştirecektir. Bizdekinin adı “Rönesans” değil, “ihyau ulumuddin” olacaktır. Tabi bu ihya, Gazali’in ihyasından çok farklı ve “hakiki ihya (diriliş)” olacaktır.
Şimdi, ilim/bilimin gelişmesiyle Müslüman tasavvurunun nasıl değiştiğine dair birkaç basit örnek verelim.
- Geçmiş tarihlerde “Allah, bir kral gibi arşa/tahta oturmuş, oradan talimat veriyor” zan edilirdi. Kainatla ilgili ilim gelişince, Allah’ın, bir kral olmadığı, tüm kainata sistemini yerleştiren, (bir tür determinizm) takip eden, yenileyen ve varlığını/gücünü bütün yarattıklarında gösteren halikul bari ve hayyul kayyum olduğu açık bir şekilde anlaşıldı.
- Geçmişte “Allah’ın yarattığı dünya düz bir tepsi gibi” düşünülürdü; Oysa bilim, dünyanın küre şeklinde yuvarlak ve hem kendi ekseni etrafında hem de güneşin etrafında dönen bir gezegen olduğunu ispatladı.
- Geçmişte kainat ve içindekilere, Allah, “ol” diye emri verir, onlar da anında oluverir” şeklinde anlaşılırdı; oysa bilim, evrenin milyonlarca yıllık sürede tekamül ettiğini ve her bir varlığın tekamül/evrim süreci olduğunu ortaya çıkardı.
- Geçmişte “melekler, kağıt kalem eline alarak insanların eylemlerini kayıt altına alır” şeklinde bilinirdi; ancak teknolojinin ürettiği kameralar, kayıt sisteminin nasıl çalıştığını ve dolayısıyla meleklerin de sistemin bir parçası olduğu ve bu sistemle her şeyin kayıt altına alındığı bilinmiş oldu.
- Geçmişte “şeytanlar/cinler gece gündüz etrafımızda dolaşan biyolojik varlıklar” olarak bilinirken, anlaşıldı ki “şeytan” denilen varlığın, yaratılışımızda benliğimize yerleştirilen kötü kodlar/güçler olduğu anlaşıldı. Kendimize sahip çıkmazsak, bu şeytani güçler bizi saptırırlar.
- Geçmişte “şirk/Allah’a ortak koşma, sadece ilkel putların önünde eğilmek, onlardan yardım istemek” şeklinde kabul edilirdi; görüldü ki şirk, sadece putlara tapmak değil, Allah’a ait her hangi bir yetkiyi ve tasarrufu kullanmak veya birine vermek de şirktir.
- Geçmişte “kader, Allah’ın ezelde/başlangıçta başımıza gelecekleri yazıp belirleyen bir alın yazısı” olarak kabul edilirdi; oysa anlaşıldı ki kader, Allah’ın kainata yerleştirdiği sistem/yasalardır. (her canlının ölümlü olması, güneş, ay, yıldız gibi cisimlerin bir kaderle/yasayla çalışması gibi)
- Geçmişteki, bireysel içtihatlarla ahkam kesip yüzlerce “haram” ortaya koyma ve “bireysel içtihatları (mezhepleri) dinleştirme” yanlışlığını bugün daha iyi anlayabilmekteyiz. Halbuki mezhepler (içtihatlar) din değil, dinden anladıklarıdır. Allah’ın haram kıldığı hayvanlar bir elin parmak sayılarını geçmez. Asıl haramlık; haksız kazançtır, hak etmediğini ele geçirmektir.
Kaldı ki “yeni haramlar” konulacak ise, konunun uzmanlarından oluşan bir komisyon tarafından belirlenmelidir. Bir kişinin içtihadıyla haramlar belirlenemez. (mesela tüp bebek gibi)
- Geçmişte, taharet (abdest, boy abdesti) için 40-50 sayfa kitap okumak gerekirdi/okutuyorlardı. Bugün artık, abdest için onlarca sayfa okumaya gerek kalmadı. Çocuklar bile bir kez görmeyle öğrenmektedirler. Benzer şekilde namaz, oruç, hac gibi ibadetler için yazılmış ciltler dolusu bilgilerin de pek bir anlamı kalmamıştır. Bu ibadetleri bir kez yerine getirmek yeterli olmaktadır. Belki sadece kısa notlara ihtiyaç duyulacaktır.
- Başta namaz olmak üzere diğer ibadetlerin “geleneksel haliyle” bizzat Nebi as tarafından yerine getirildiği bilinirdi. İlim geliştikçe görüldü ki pek çok uygulama başkaları tarafından sonradan eklenmiştir. Mesela, 2+2 olan yatsı namazı 13 rekata çıkartılması gibi. Böylece olunca da ibadetin keyfiyeti (kalite, nitelik) kayboldu; kemiyet (miktar, sayı) ön plana çıktı.
Yine, geçmişte Arapça veya Osmanlıca bir risale/hikayeden bir bölüm okunduğunda “din” zan edilirdi ve Müslümanlar bu hikayelerle uyutulurdu. Bugün artık İlim/bilimin aydınlığında bu tür bilgi ve hikayelerin din olmadığı rahatlıkla bilinmektedir.
İnanıyorum ki gerçek anlamda vahiy ve akıl ışığında ilim/bilim ne kadar gelişirse, din tasavvurumuz da aynı oranda olumlu yönde gelişecek ve bütün batıl ve hurafe bilgilerden de uzaklaşmış olacağız.
“Dini, her türlü batıldan arındırıp, sadece Allah’a özgü kılanlara selam olsun…”
Selam ve sağlık dileklerimle… BEŞİR İSLAMOĞLU 29/04/24